Buruşturulmuş kağıtlar dolu kafamın içi. Yaşamakla yazmak arasında yapılması gereken bir tercihten söz ederdi Sartre Sözcükler’de. Kafama saplanakalmış açmazlardan biridir ilk gençlik yıllarımdan bu yana. Ne zaman yazmaya kalksam ve yaşadıklarımı düşünsem bu gelir aklıma. İki arada bir derede kalakaldığım ve nereden başlayacağımı bilemeyerek ikisini de ıskaladığım hissine engel olamam çoğu zaman: belki de benim trajik hatam da budur. Yoksa trajik doğrum mu demeli? Bakıyorum da, o kağıtları boşuna buruşturmuşum bir kenara atmadan önce. Üstüne yazdıklarım ben yazmaya davranmadığım anda silinip gitmiş zaten. Mürekkebi içime akmış mıdır, bilinmez.
Zurnada peşrev olur mu olmaz mı denemesinin sonu.
Buraya yazmasız geçen zamanlar ekseriyetle güzellik doluydu. Hepsi de yazın güzelliği eşliğinde ve dâhilinde... Kötü bir köşe yazarı edasıyla bir 3P grubu yapabilirim öncelikle. Pelin kokulu Amsterdam günleri, büyük Pearl Jam vuslatı, Paris seyahati.
Haziran sonundan başlayarak Pelin’le burada geçirdiğimiz bir ay, Amsterdam’da geçirdiğim en güzel aydı kuşkusuz. Şimdi dönüp bakıyorum da basbayağı ruhumu aymış o günler. Buraların en kıymetli nimeti olan güneşin gece onlara, on birlere kadar yüzünü gösterirliği ile çift porsiyon günler; bu günlere sığdırılmış parklar, bahçeler; trenler, gezmeler ve yemeler, içmeler, en geniş anlamıyla tebdil-i mevsimin ne kadar ferahlatıcı olabileceğini gösterdi bana.
Zaten diğer iki P de bu bağlamda can buldular.
Tarih: 27 Haziran, yer: Nijmegen Goffert Park. Popüler müzik dinleyiciliği hayatıma 90’ların ortasında girmiş ve oradaki heyecanlı yerini bir şekilde koruyabilmiş belki de tek grup olan Pearl Jam’in, altındaki 7-8 alt grup ve şarkıcıya ayıp olmasın diye ‘tek günlük festival’ olarak kayıtlara geçen konserindeyiz. İçimdeki yeniyetme heyecan damarlarının hafiften canlandığını hissetmenin verdiği heyecan ve buna mukabil “acaba Pearl Jam yaşlanmış mıdır, Eddie’nin böceği ölmüş müdür?” endişelenmeleri, bünyemdeki başat duygular. Hollanda’da yaşayıp yaşayabileceğiniz belki de en güneşli ve sıcak gün. Haydari ve Pelin’le konser alanına öğlen 2-3 gibi giriyoruz. Bir festival geleneği olaraktan ana ve baba sahneler arası yalandan mekik dokumalar, boktan biralarla serinlemeye çalışmalar, asıl konserin heyecanı ve sıcağın bunaltıcılığı neticesinde diğer çalanlara yeterince kulak verememelerle geçen 3-5 saatin ardından, her şey Ben Harper ve saz arkadaşlarının sahne alışı sırasında başlıyor. Ana sahnenin PJ öncesi son konuğu olan Bengiller, bana kayıtlarından duyageldiğimden daha iyi müzik yaptıkları ve daha iyi müzisyenler oldukları izlenimi veriyor. Dikkatimizi ve kulaklarımızı sahneye odaklayıp bunu takibe geçiyoruz. Fakat alandaki esas kalabalık halen ısınma turları havalarında ve serinleme çabalarında festival curcunasına kapılmış, toparlanamamaktalar. O da ne! Bir de bakıyoruz ki bizim Eddie sahneye gelmiş, Ben’le hoşbeş ediyor. Tabii kitlede bir hareketlenme, irkilme; ufak çaplı bir göz parlaması. Birlikte söyledikleri Under Pressure ile Eddie seyircinin nabzını yoklamış, Ben Harper’ı dinleyenler bir nevi ödüllendirilmiş ve bendenizin de yüreğine sular serpilmiş oluyor - Eddie’nin böceği de enerjisi de gayet yerinde.
Derken konser saati gelip çatıyor. İstisnasız her albümden en az bir, PJ’i PJ yapan ilk üç albümden (burada Yaşar’ın ‘üç albüm’ teorisi bir kez daha kanıtlanıyor) en ikişer olmak üzere tüm PJ diskografisinden güzel bir playlist, Eddie Vedder’ın hâlâ müthiş sesi, bitmeyen enerjisi ve yakışıklı sevimliliğiyle su gibi akıp geçiyor konser. Görmemiş olanlar için bunlar da birtakım görseller. Ardından kulak passız ve müsterih bir şekilde istasyonun, oradan da Amsterdam’ın yolunu tutuyoruz gecenin kör saatlerinde. Yorgun ve fakat mutlu bir şekilde. Kulak pası deyince aklıma geldi. Konserden önce sağ kulağım gerçekten de paslıydı, şöyle ki, önceki hafta boyunca hayatımın ilk kulak tıkanıklığı problemiyle cebelleştim. Günlerdir bildiğiniz yarı-sağır olarak işe gidip gelmekte ve yaşamımı sürdürmekte, bir yandan da böyle bir şanssızlığın PJ konserine denk gelecek olmasına üzüm üzüm üzülmekteydim. Sen yılllaaar sonra adamları canlı dinleme fırsatı yakala, onda da stereo dinleme keyfinden mahrum kal. Hiç yoktan iyidirlerle kendimi avutma temrinlerim işe yaramıştı ki, konser için evden çıkmadan yarım saat önce kulağım açıldı. Yüzüme ne kadar yansımıştı bilmiyorum ama, içimde tarifsiz bir rahatlama ve buna bağlı aptal bir gülümseme oluşmuştu. Demek ki neymiş, önemli olan niyet: Mevlana’nın da demediği gibi; görmeye niyetli körün gördüğü, körmeye güdümlü gözün gördüğünden ziyadedir. Kulak için tekrar etmiyorum artık, anladınız…
Şu an yazma kondisyonumun yetersizliğinden mütevellit, en azında bir ara verme ihtiyacı duyuyorum. E şimdi devamını yazmak bugüne kısmet olur mu olmaz mı bilinmez, yazılanlar da bayatlamasın hem diyerek, müteferrik şeytana uymayı uygun görüyor ve ilk tefrikayı sıcağı sıcağına sizlerle paylaşıyorum.
Arkası yarın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder