Bak, hatıralar hayal oldu.
Üç haftalık Türkiye maceram o kadar güzel geçmiş, o kadar güzel geçmiş ki, sıfır kötü geçmiş. Şimdi yazmaya elim varmıyor desem yeridir, mevcut gerçekliğin o yükseklikten düşünce beton etkisi yapması korkumdan. Fakat okurlarımızın tepkisizliğinden azade, sorumlu yayıncılık anlayışımız gereği zurna taksimimizin sonuna kadar gidiyoruz.
***
Pelin ile memleket sathına İstanbul Atatürk havalimanından girişimizi, planladığımız üzere dosdoğru Bursa geçişi takip etti. Ancak bu geçiş uğruna Cumartesi gece yarısını biraz geçe Esenler’e vardığımızda, olmaz dediğimiz oluyor ve Bursa’ya giden hiçbir otobüste yer olmadığını, en yakın otobüsün 3’te olduğunu öğreniyorduk. Her ne kadar biz onu teğet geçmeye çalışsak da İstanbul müstehzi bir sırıtışla bize ‘hoşgeldiniz!’ diyordu. Azmettik, metanetimizi koruduk ve söz konusu araçtaki yerimizi aldık. Sabah altı sularındaki feribot geçişimiz sırasında sakin Marmara suları üzerinde ağarmaya çalışan günün karşılaması ise çok daha misafirperverdi. Hoş olduk, Bursa’ya geldik. Fakat yine yarı-mazoistik planımız devreye giriyor ve burada yarım günlük bir pit-stop’un ardından aynı günün akşamı İzmir’e doğru yola koyuluyorduk. O da oldu, geçti. Fakat itiraf etmem gerekir ki Hollanda’nın yarım saatte şehir, bir buçuk saatte ülke değiştirmeye elveren coğrafyasına biraz alışmış olduğumu fark ettim, sıkmadıysa da uzun geldi yollar. Neyse efendim, Türkiye’ye ayak basışımızın 24 saat sonrasında ilk gerçek durağımız olan İzmir’deydik. Hızlı sarmak gerekirse, ev, aile, güneşin gerçek yüzü, yemeğin hası, Erk’i ve elbette Saygın’ı görmek suretiyle ilk birkaç gün geçti.
En azından ayrı bir paragrafı hak eden buluşma ise bir Alsancak akşamında laf arasında Saygın’dan Burak Gürel’in de buralarda, tam olarak Çeşme’de olduğunu öğrenmemle başladı. Görüşmediğimiz yılların sayısı bir elin parmaklarını geçmemiş olsa da, hatırlamak için bir süre kafa patlatmayı gerektirecek kadardı. Heyecanla “gidelim o zaman” dedim. İki gün sonra aynı üçlü, Burak’ı dergâhında ziyaret etmek üzere atlayıp Çeşme’nin yolunu tuttuk. Şu kadarını söylemekle yetineyim; hani genelde ancak geriye dönüp bakıldığında hissedilen bir duygudur ya mutluluk, orada geçirdiğimiz bir gün, istisnai biçimde farkındalıklı bir mutluluk haliydi benim için.
Çeşme dönüşü sırada tatilin ‘gerçek tatil’ safhası vardı. İlk hedefimiz Dalyan’dı. Yine birtakım oto ve mini-büs yolculuklarının ardından, Özge hanımın da katılımıyla Dalyan’a vardık. Kanal kenarında bir pansiyon bulup yerleştik. Dalyan’ın doğa olayı olarak güzelliğine edecek laf yoktu. Ancak ilk günün sonunda iki sebepten dolayı ufaktan huysuzlanmaya başlamıştık: birincisi denize girmek için her seferinde tekneyle İztuzu Plajı’na yarım saatlik bir yolculuk yapılması gerekliliği (üstelik deniz de çok dalgalıydı), ikincisi yabancı turistlerin ve ona bağlı olarak ‘turistik’ tatil atmosferinin beklediğimizden çok daha yoğun olmasıydı. Gün boyu kenarında eğleşip istediğinde girip girip çıktığın bir denizin ve insanın kafasını ve ruhunu nadaslayabileceği bir huzur ortamının bulunmadığı yerde tatil mi olurdu? I-ıh.. Özge’nin üçüncü gün sonunda zaten bizden ayrılacak olması sebebiyle odamızı üç günlüğe tutmuş olmamızı fırsat bilip bu süre sonunda Dalyan’ı terk etmeye karar verdik. Şöyle cümlelerle Ortaçgil’e kızarak Dalyan’la hesaplaşmamızı nihayete erdirdik: Bunun kesin böyle yukarılarda bir evi varmıştır, orada manzaraya karşı pinekleyip durmuştur. Denize de girmiyordur kesin.
Dere geçerken at değiştirmek neyse de, tatil yaparken yer değiştirmek konusundaki kararlılığıma ve azmime, üstelik tam da en tatilin ta göbeğinde, ben bile şaşırdım. Yeni hedefimizi belirlememiz pek zor olmadı. Madem ne istediğimizi biliyorduk, bunları nerede bulabileceğimiz de belliydi: bir yıllık kadim dostumuz Datça-Palamutbükü. Her ne kadar köy kahvesi restorana dönüşmüş, pansiyoncu Yılmaz abi plajda pulları kayboluyor diye tavlayı tedavülden kaldırmışsa da, oraya vardığımız andan itibaren gelişimizle ilgili tüm cümlelerimiz “iyi ki”lerle doluydu. Mahmut Hoca Dalyan’dan arayıp “n’aaptın sen oğlum?” diye sorsa, gönül rahatlığıyla “sevdim hocam” yanıtını verirdim yani. Sayılı gün çabuk geçti, zamanın ‘tatil’e en bir layık karakterde aktığı günler sona erdi. İzmir’e dönüldü.
İzmir’de ev ve aile havası ciğerlere doldurulduktan sonra, göçmen balıklar gibi geldiğimiz yolu gerisin geri dönmeye başladık Pelin’le. Önce Bursa, orada geçirilen iki güzel gün; oradan da ver elini İstanbul.
Eşyaları eve bırakıp kendimizi dışarı attığımızda, insanlarla ilk buluşma efsanevi bir kadrajla açıldı: Ekürik sevdicekler Zeyno, Emre, Beril ve Aylin, hepsi aynı karede. Erayıngözlerispor böyle bomba bir kadroyu bir arada en son ne zaman görmüştü, bilemedi. Ben diyeyim 10, siz deyin 15 sene önce. Sonrası muhabbet, sonrası güzellik; sonrası tadından yenmez gerçek bir oyun gecesi. Tabii tüm bu yaşananlar su yakmadığı için günler birer birer akıp gitti ve sona gelindi.
Son gün sabah erken kalkılıp uykulu Emre ve uykudaki Aylin’le vedalaşıldı, Sirkeci’de anne ve ‘teyze’yle buluşulup başladığımız nokta olan havalimanına ulaşıldı. Ardından İstanbul, sevgili insanlar, güneş, deniz, ayran simit, gürültü patırtı, ne varsa, tarafımdan bir valize dolduruldu. Bu valiz elbette bagaj limitini aştığından check-in’den geri çevrildi. Ben de elimi kolumu sallayarak, kanat bir çırpmadan bir anda kendimi Amsterdam’da buldum birden.
Arkada kalan valiz bir tarafa, beni karşılayan berbat hava (en azından o karşılamaya gelme zahmetinde bulunmuştu), beni deprestirdi gelir gelmez. Ertesi gün yapılan iş başı, başımı çoktan aşmış işler, insanlara ve çalışma haline adeta sıfırdan başlamanın sevimsizliği pek bir sıkıcıydı. Özellikle ilk iki gün öğğvk tadında geçti. Üçüncü gün, dönmüş olduğuma ikna olabilmek adına sarıldığım bisikletim ve yalancı güneşin amorti ışıkları, kabaca akort etti ben-bura enstrümanını. İnce ayarlar için, çalışmalarım devam ediyor.
Hafta sonu ufak çaplı bir uluslararası film festivali kapsamında Bal’ı izledim sinemada. İzlerken kafa ayarımın eksikliğinin de etkisiyle filmin bütünün kavrayamadığım, bu konudaki cahilliğim yüzünden manevî ve dini göndermeleri ıskaladığım hissine kapıldım. İyi de bunu gayrımüslüm arkadaşlar nasıl anlamış da ödüller falan vermişler, hayret, diye geçirmekten alamadım kendimi. Ancak sonradan açıp baktığımda kazın ayağının bundan ibaret olmadığını görmemle taşlar yerine oturdu. Görüntü yönetimi ve ışık konusundaki nefis işçiliğin ötesinde takdir kapsamım genişledi, tekrar izleme ihtiyacı hâsıl oldu. Bu vesileyle tavsiye etmiş de olayım.
Son olarak, daha Gamehunters’da olaya girememişken, Cumartesi gecesi evde kendime verdiğim tek kişilik parti sırasında hızımı alamayıp yeni bir grup daha kurdum, aklıma gelmişken yapıvereyim de sürüncemesin düşüncesiyle. Pek yakında paylaşacağımdır hepinizle.
Görüşebildiklerimizi arsız bir özlemle,
görüşemediklerimizi de muhayyıf bir hasretle
öperimler!
SON
PS. Söz konusu güzelim tatil günlerine ilişkin tadımlık görseller şuralarda bir yerlerde olacak.
24 Ağu 2010
22 Ağu 2010
Müteferrik Zurna - II
Önü dün.
P1 dâhilindeki bir diğer mühim faaliyetimiz, temmuz başında gerçekleştirdiğimiz Paris gezisiydi. Bu seyahat her şeyden önce benim Hollanda dışına ilk çıkışım olması itibariyle anlamlıydı. Ayriyeten, herhangi bir Newton mekaniği nesnesinin aksine tek başımayken atalet katsayımın yüksek olması ve dolayısıyla Pelin olmasa kim bilir ne zaman yapacağım bir teşebbüs olduğu için özel, Beril’in muhteşem mihmandarlığı ve misafirperverliği ile teptiğimiz yollar ve geçirdiğimiz zamanlar ile güzeldi. Meraklısı için bunun da fotoğrafları mevcut feysbukta. Biz orada bulunduğumuz süre boyunca Beril’in adeta bir uzvu haline gelen Paris haritası ve günde en az 5 kez yapılan bir sonraki gün planlarıyla ‘bilinçli şaşkın turist’ halimiz görülmeye değerdi. Hatırda kalan başlıca anlardan bir demet;
-doyumsuz kahvaltılar,
-Kiç Bar’da içilen Shrek,
-Pont Neuf (alt-an: Beril’in bir fotoğraf pozu için şuursuzca yolun karşısından koşuşu),
-güzelim Rodin evi ve müzesi (alt-an: bahçeye bir defile için kondurulmuş sera kılıklı ucube yapı),
-Lüksemburg bahçeleri,
-Monopol’ün Brezilya versiyonunu oynarken bir kartı bir türlü alamayan Salim’in üçümüzü kendisine karşı ittifak oluşturmakla suçlayıp iflas etmesinin ardından Pelin, Beril ve benim bu komplo teorisinin haklı olmadığını kanıtlamak için saatlerce oyuna devam edip aramızdan bir monopol çıkaramadan sabahın erken saatlerinde oyunu bırakmak zorunda kalışımız,
-son gün Pere Lechaise turu (alt-an: dakikalarca Merleau-Ponty’nin mezarını arayıp sonunda buluşumuz).
Fakat genel olarak Paris, keşmekeşi, zahmetli ulaşım düzeni, pisliği, aşırı turist kalabalığı vs. ile tam bir çullanık metropol olması nedeniyle, Amsterdam’dan sonra çok da cazip gelmedi doğrusu. Biraz daha abartıp İstanbul’u beğenmeyen o şovenist İzmir yaklaşımıyla söyleyecek olsak: Amsterdam güzel Paris boktandı.
Paris faslını da tamamlayıp eve döndüğümüzde, Amsterdam’da geçirdiğimiz müteakip haftaların bana kalırsa en önemli olayı, (ufak bir ses yumuşatmasıyla P4 olarak da anılabilecek olan) bisikletlenmekti. Aylardır pek çok farklı kişinin Amsterdam’da bisikletsiz yaşıyor oluşuma şaşırmaları ve Aylin’in neredeyse haftasonu-aşırı beni bisiklet almaya davet etmesi gibi itici güçlerin kümülatif etkisi yeter seviyeye ulaşmış olacak ki, nihayet Pelin’le gidip 2 gün arayla kendimize elden düşme birer bisiklet aldık. Tez zamanda sevdik bisikletlerimiz, benimsedik. Çift sarılı yaz günlerinin ikinci sarılarında akşam turları yaptık, mutlu olduk. Yalnız Aylin’den öğrendiğime göre burada her bisikletin bir adının olması gerekiyormuş, trafikte polisler çevirip adını sorabiliyorlarmış. Benimki hâlâ anonim; önerilerinizi beklerim efendim.
İşte bu güzel Amsterdam günlerimizin sonunda sıra büyük yıllık iznim çerçevesinde Pelin’le Türkiye’ye dönüşe gelmişti ki, yazın son oyun gecesinde, o sıralar Britik sularda mukim Ali Rıza ve Sümerjan kıvılcımlı yeni bir oyun örgütlenmesi projesi hâsıl oldu. Tatile başlamadan hemen önce ayak(skype)üstü 4 kişilik bir toplantı çevirip, ne yapılabilir nasıl olurları konuştuk. Haberdar olmayanlar için özetlemeye devam edeyim, her şey Greenwich’de küçük ama etkileyici bir ürün yelpazesine sahip mahalli bir oyun dükkânından feyz almakla başlıyor. (Merak edenler için söz konusu oyuncakçının sitesi). Başta kutu oyunları olmak üzere envai çeşit oyun satan bu dükkân görülünce deniyor ki ‘aa, biz de böyle bir şey yapsak ya!’ Sonra olaylar gelişiyor, daha doğrusu henüz gelişmemişse de 22 Temmuz tarihli sıfırıncı toplantıda ne yönlere doğru gelişebileceği konuşuluyor. İlk evvela tercihen online ortamda bir oyun havuzu oluşturulması eylemliğinde karar kılınıyor. Bunun için isteyen herkes gelsin, bildiği ya da yeni öğrendiği oyunları paylaşsın, bissürü oyunumuz olsun; daha çok öğrenelim, paylaşalım, oynayalım şiarı benimseniyor. Tıpkı Ali Rıza’nın hazırlayıp ilgimize sunacağı Oyun Bildirim Formu gibi; böyle bir ortaklık için geçtiğimiz günlerde dünyaya gelen haberleşme grubumuza da hepinizi dört gözle bekliyoruz (http://groups.google.com.tr/group/gamehunters). Pek yakında faal duruma geçeceğini umduğum bu heyecan verici organizasyonda ne kadar çok olursak o kadar güzel olacağızdır bence. Sence de mi?
İkinci tefrikayı burada noktalarken, bugün yaklaşık iki ay aradan sonra yeşil sahalara dönüş yaptığımı, bundan duyduğum coşkuyu ve rahatlamayı paylaşmak, ancak futbolun içinde olan minik bir sakatlıktan payıma düşeni alıp sağ ayak başparmağımı morartmış olduğumu bildirmek isterim. Üçüncü bölümde Türkiye ayağına da değinip yazmalar arasındaki tüm mesafe-i vakti kat etmeği ümit eder, gözlerinizden öperim.
Arkası yakın.
P1 dâhilindeki bir diğer mühim faaliyetimiz, temmuz başında gerçekleştirdiğimiz Paris gezisiydi. Bu seyahat her şeyden önce benim Hollanda dışına ilk çıkışım olması itibariyle anlamlıydı. Ayriyeten, herhangi bir Newton mekaniği nesnesinin aksine tek başımayken atalet katsayımın yüksek olması ve dolayısıyla Pelin olmasa kim bilir ne zaman yapacağım bir teşebbüs olduğu için özel, Beril’in muhteşem mihmandarlığı ve misafirperverliği ile teptiğimiz yollar ve geçirdiğimiz zamanlar ile güzeldi. Meraklısı için bunun da fotoğrafları mevcut feysbukta. Biz orada bulunduğumuz süre boyunca Beril’in adeta bir uzvu haline gelen Paris haritası ve günde en az 5 kez yapılan bir sonraki gün planlarıyla ‘bilinçli şaşkın turist’ halimiz görülmeye değerdi. Hatırda kalan başlıca anlardan bir demet;
-doyumsuz kahvaltılar,
-Kiç Bar’da içilen Shrek,
-Pont Neuf (alt-an: Beril’in bir fotoğraf pozu için şuursuzca yolun karşısından koşuşu),
-güzelim Rodin evi ve müzesi (alt-an: bahçeye bir defile için kondurulmuş sera kılıklı ucube yapı),
-Lüksemburg bahçeleri,
-Monopol’ün Brezilya versiyonunu oynarken bir kartı bir türlü alamayan Salim’in üçümüzü kendisine karşı ittifak oluşturmakla suçlayıp iflas etmesinin ardından Pelin, Beril ve benim bu komplo teorisinin haklı olmadığını kanıtlamak için saatlerce oyuna devam edip aramızdan bir monopol çıkaramadan sabahın erken saatlerinde oyunu bırakmak zorunda kalışımız,
-son gün Pere Lechaise turu (alt-an: dakikalarca Merleau-Ponty’nin mezarını arayıp sonunda buluşumuz).
Fakat genel olarak Paris, keşmekeşi, zahmetli ulaşım düzeni, pisliği, aşırı turist kalabalığı vs. ile tam bir çullanık metropol olması nedeniyle, Amsterdam’dan sonra çok da cazip gelmedi doğrusu. Biraz daha abartıp İstanbul’u beğenmeyen o şovenist İzmir yaklaşımıyla söyleyecek olsak: Amsterdam güzel Paris boktandı.
Paris faslını da tamamlayıp eve döndüğümüzde, Amsterdam’da geçirdiğimiz müteakip haftaların bana kalırsa en önemli olayı, (ufak bir ses yumuşatmasıyla P4 olarak da anılabilecek olan) bisikletlenmekti. Aylardır pek çok farklı kişinin Amsterdam’da bisikletsiz yaşıyor oluşuma şaşırmaları ve Aylin’in neredeyse haftasonu-aşırı beni bisiklet almaya davet etmesi gibi itici güçlerin kümülatif etkisi yeter seviyeye ulaşmış olacak ki, nihayet Pelin’le gidip 2 gün arayla kendimize elden düşme birer bisiklet aldık. Tez zamanda sevdik bisikletlerimiz, benimsedik. Çift sarılı yaz günlerinin ikinci sarılarında akşam turları yaptık, mutlu olduk. Yalnız Aylin’den öğrendiğime göre burada her bisikletin bir adının olması gerekiyormuş, trafikte polisler çevirip adını sorabiliyorlarmış. Benimki hâlâ anonim; önerilerinizi beklerim efendim.
İşte bu güzel Amsterdam günlerimizin sonunda sıra büyük yıllık iznim çerçevesinde Pelin’le Türkiye’ye dönüşe gelmişti ki, yazın son oyun gecesinde, o sıralar Britik sularda mukim Ali Rıza ve Sümerjan kıvılcımlı yeni bir oyun örgütlenmesi projesi hâsıl oldu. Tatile başlamadan hemen önce ayak(skype)üstü 4 kişilik bir toplantı çevirip, ne yapılabilir nasıl olurları konuştuk. Haberdar olmayanlar için özetlemeye devam edeyim, her şey Greenwich’de küçük ama etkileyici bir ürün yelpazesine sahip mahalli bir oyun dükkânından feyz almakla başlıyor. (Merak edenler için söz konusu oyuncakçının sitesi). Başta kutu oyunları olmak üzere envai çeşit oyun satan bu dükkân görülünce deniyor ki ‘aa, biz de böyle bir şey yapsak ya!’ Sonra olaylar gelişiyor, daha doğrusu henüz gelişmemişse de 22 Temmuz tarihli sıfırıncı toplantıda ne yönlere doğru gelişebileceği konuşuluyor. İlk evvela tercihen online ortamda bir oyun havuzu oluşturulması eylemliğinde karar kılınıyor. Bunun için isteyen herkes gelsin, bildiği ya da yeni öğrendiği oyunları paylaşsın, bissürü oyunumuz olsun; daha çok öğrenelim, paylaşalım, oynayalım şiarı benimseniyor. Tıpkı Ali Rıza’nın hazırlayıp ilgimize sunacağı Oyun Bildirim Formu gibi; böyle bir ortaklık için geçtiğimiz günlerde dünyaya gelen haberleşme grubumuza da hepinizi dört gözle bekliyoruz (http://groups.google.com.tr/group/gamehunters). Pek yakında faal duruma geçeceğini umduğum bu heyecan verici organizasyonda ne kadar çok olursak o kadar güzel olacağızdır bence. Sence de mi?
İkinci tefrikayı burada noktalarken, bugün yaklaşık iki ay aradan sonra yeşil sahalara dönüş yaptığımı, bundan duyduğum coşkuyu ve rahatlamayı paylaşmak, ancak futbolun içinde olan minik bir sakatlıktan payıma düşeni alıp sağ ayak başparmağımı morartmış olduğumu bildirmek isterim. Üçüncü bölümde Türkiye ayağına da değinip yazmalar arasındaki tüm mesafe-i vakti kat etmeği ümit eder, gözlerinizden öperim.
Arkası yakın.
21 Ağu 2010
Müteferrik Zurna - I
Buruşturulmuş kağıtlar dolu kafamın içi. Yaşamakla yazmak arasında yapılması gereken bir tercihten söz ederdi Sartre Sözcükler’de. Kafama saplanakalmış açmazlardan biridir ilk gençlik yıllarımdan bu yana. Ne zaman yazmaya kalksam ve yaşadıklarımı düşünsem bu gelir aklıma. İki arada bir derede kalakaldığım ve nereden başlayacağımı bilemeyerek ikisini de ıskaladığım hissine engel olamam çoğu zaman: belki de benim trajik hatam da budur. Yoksa trajik doğrum mu demeli? Bakıyorum da, o kağıtları boşuna buruşturmuşum bir kenara atmadan önce. Üstüne yazdıklarım ben yazmaya davranmadığım anda silinip gitmiş zaten. Mürekkebi içime akmış mıdır, bilinmez.
Zurnada peşrev olur mu olmaz mı denemesinin sonu.
Buraya yazmasız geçen zamanlar ekseriyetle güzellik doluydu. Hepsi de yazın güzelliği eşliğinde ve dâhilinde... Kötü bir köşe yazarı edasıyla bir 3P grubu yapabilirim öncelikle. Pelin kokulu Amsterdam günleri, büyük Pearl Jam vuslatı, Paris seyahati.
Haziran sonundan başlayarak Pelin’le burada geçirdiğimiz bir ay, Amsterdam’da geçirdiğim en güzel aydı kuşkusuz. Şimdi dönüp bakıyorum da basbayağı ruhumu aymış o günler. Buraların en kıymetli nimeti olan güneşin gece onlara, on birlere kadar yüzünü gösterirliği ile çift porsiyon günler; bu günlere sığdırılmış parklar, bahçeler; trenler, gezmeler ve yemeler, içmeler, en geniş anlamıyla tebdil-i mevsimin ne kadar ferahlatıcı olabileceğini gösterdi bana.
Zaten diğer iki P de bu bağlamda can buldular.
Tarih: 27 Haziran, yer: Nijmegen Goffert Park. Popüler müzik dinleyiciliği hayatıma 90’ların ortasında girmiş ve oradaki heyecanlı yerini bir şekilde koruyabilmiş belki de tek grup olan Pearl Jam’in, altındaki 7-8 alt grup ve şarkıcıya ayıp olmasın diye ‘tek günlük festival’ olarak kayıtlara geçen konserindeyiz. İçimdeki yeniyetme heyecan damarlarının hafiften canlandığını hissetmenin verdiği heyecan ve buna mukabil “acaba Pearl Jam yaşlanmış mıdır, Eddie’nin böceği ölmüş müdür?” endişelenmeleri, bünyemdeki başat duygular. Hollanda’da yaşayıp yaşayabileceğiniz belki de en güneşli ve sıcak gün. Haydari ve Pelin’le konser alanına öğlen 2-3 gibi giriyoruz. Bir festival geleneği olaraktan ana ve baba sahneler arası yalandan mekik dokumalar, boktan biralarla serinlemeye çalışmalar, asıl konserin heyecanı ve sıcağın bunaltıcılığı neticesinde diğer çalanlara yeterince kulak verememelerle geçen 3-5 saatin ardından, her şey Ben Harper ve saz arkadaşlarının sahne alışı sırasında başlıyor. Ana sahnenin PJ öncesi son konuğu olan Bengiller, bana kayıtlarından duyageldiğimden daha iyi müzik yaptıkları ve daha iyi müzisyenler oldukları izlenimi veriyor. Dikkatimizi ve kulaklarımızı sahneye odaklayıp bunu takibe geçiyoruz. Fakat alandaki esas kalabalık halen ısınma turları havalarında ve serinleme çabalarında festival curcunasına kapılmış, toparlanamamaktalar. O da ne! Bir de bakıyoruz ki bizim Eddie sahneye gelmiş, Ben’le hoşbeş ediyor. Tabii kitlede bir hareketlenme, irkilme; ufak çaplı bir göz parlaması. Birlikte söyledikleri Under Pressure ile Eddie seyircinin nabzını yoklamış, Ben Harper’ı dinleyenler bir nevi ödüllendirilmiş ve bendenizin de yüreğine sular serpilmiş oluyor - Eddie’nin böceği de enerjisi de gayet yerinde.
Derken konser saati gelip çatıyor. İstisnasız her albümden en az bir, PJ’i PJ yapan ilk üç albümden (burada Yaşar’ın ‘üç albüm’ teorisi bir kez daha kanıtlanıyor) en ikişer olmak üzere tüm PJ diskografisinden güzel bir playlist, Eddie Vedder’ın hâlâ müthiş sesi, bitmeyen enerjisi ve yakışıklı sevimliliğiyle su gibi akıp geçiyor konser. Görmemiş olanlar için bunlar da birtakım görseller. Ardından kulak passız ve müsterih bir şekilde istasyonun, oradan da Amsterdam’ın yolunu tutuyoruz gecenin kör saatlerinde. Yorgun ve fakat mutlu bir şekilde. Kulak pası deyince aklıma geldi. Konserden önce sağ kulağım gerçekten de paslıydı, şöyle ki, önceki hafta boyunca hayatımın ilk kulak tıkanıklığı problemiyle cebelleştim. Günlerdir bildiğiniz yarı-sağır olarak işe gidip gelmekte ve yaşamımı sürdürmekte, bir yandan da böyle bir şanssızlığın PJ konserine denk gelecek olmasına üzüm üzüm üzülmekteydim. Sen yılllaaar sonra adamları canlı dinleme fırsatı yakala, onda da stereo dinleme keyfinden mahrum kal. Hiç yoktan iyidirlerle kendimi avutma temrinlerim işe yaramıştı ki, konser için evden çıkmadan yarım saat önce kulağım açıldı. Yüzüme ne kadar yansımıştı bilmiyorum ama, içimde tarifsiz bir rahatlama ve buna bağlı aptal bir gülümseme oluşmuştu. Demek ki neymiş, önemli olan niyet: Mevlana’nın da demediği gibi; görmeye niyetli körün gördüğü, körmeye güdümlü gözün gördüğünden ziyadedir. Kulak için tekrar etmiyorum artık, anladınız…
Şu an yazma kondisyonumun yetersizliğinden mütevellit, en azında bir ara verme ihtiyacı duyuyorum. E şimdi devamını yazmak bugüne kısmet olur mu olmaz mı bilinmez, yazılanlar da bayatlamasın hem diyerek, müteferrik şeytana uymayı uygun görüyor ve ilk tefrikayı sıcağı sıcağına sizlerle paylaşıyorum.
Arkası yarın.
Zurnada peşrev olur mu olmaz mı denemesinin sonu.
Buraya yazmasız geçen zamanlar ekseriyetle güzellik doluydu. Hepsi de yazın güzelliği eşliğinde ve dâhilinde... Kötü bir köşe yazarı edasıyla bir 3P grubu yapabilirim öncelikle. Pelin kokulu Amsterdam günleri, büyük Pearl Jam vuslatı, Paris seyahati.
Haziran sonundan başlayarak Pelin’le burada geçirdiğimiz bir ay, Amsterdam’da geçirdiğim en güzel aydı kuşkusuz. Şimdi dönüp bakıyorum da basbayağı ruhumu aymış o günler. Buraların en kıymetli nimeti olan güneşin gece onlara, on birlere kadar yüzünü gösterirliği ile çift porsiyon günler; bu günlere sığdırılmış parklar, bahçeler; trenler, gezmeler ve yemeler, içmeler, en geniş anlamıyla tebdil-i mevsimin ne kadar ferahlatıcı olabileceğini gösterdi bana.
Zaten diğer iki P de bu bağlamda can buldular.
Tarih: 27 Haziran, yer: Nijmegen Goffert Park. Popüler müzik dinleyiciliği hayatıma 90’ların ortasında girmiş ve oradaki heyecanlı yerini bir şekilde koruyabilmiş belki de tek grup olan Pearl Jam’in, altındaki 7-8 alt grup ve şarkıcıya ayıp olmasın diye ‘tek günlük festival’ olarak kayıtlara geçen konserindeyiz. İçimdeki yeniyetme heyecan damarlarının hafiften canlandığını hissetmenin verdiği heyecan ve buna mukabil “acaba Pearl Jam yaşlanmış mıdır, Eddie’nin böceği ölmüş müdür?” endişelenmeleri, bünyemdeki başat duygular. Hollanda’da yaşayıp yaşayabileceğiniz belki de en güneşli ve sıcak gün. Haydari ve Pelin’le konser alanına öğlen 2-3 gibi giriyoruz. Bir festival geleneği olaraktan ana ve baba sahneler arası yalandan mekik dokumalar, boktan biralarla serinlemeye çalışmalar, asıl konserin heyecanı ve sıcağın bunaltıcılığı neticesinde diğer çalanlara yeterince kulak verememelerle geçen 3-5 saatin ardından, her şey Ben Harper ve saz arkadaşlarının sahne alışı sırasında başlıyor. Ana sahnenin PJ öncesi son konuğu olan Bengiller, bana kayıtlarından duyageldiğimden daha iyi müzik yaptıkları ve daha iyi müzisyenler oldukları izlenimi veriyor. Dikkatimizi ve kulaklarımızı sahneye odaklayıp bunu takibe geçiyoruz. Fakat alandaki esas kalabalık halen ısınma turları havalarında ve serinleme çabalarında festival curcunasına kapılmış, toparlanamamaktalar. O da ne! Bir de bakıyoruz ki bizim Eddie sahneye gelmiş, Ben’le hoşbeş ediyor. Tabii kitlede bir hareketlenme, irkilme; ufak çaplı bir göz parlaması. Birlikte söyledikleri Under Pressure ile Eddie seyircinin nabzını yoklamış, Ben Harper’ı dinleyenler bir nevi ödüllendirilmiş ve bendenizin de yüreğine sular serpilmiş oluyor - Eddie’nin böceği de enerjisi de gayet yerinde.
Derken konser saati gelip çatıyor. İstisnasız her albümden en az bir, PJ’i PJ yapan ilk üç albümden (burada Yaşar’ın ‘üç albüm’ teorisi bir kez daha kanıtlanıyor) en ikişer olmak üzere tüm PJ diskografisinden güzel bir playlist, Eddie Vedder’ın hâlâ müthiş sesi, bitmeyen enerjisi ve yakışıklı sevimliliğiyle su gibi akıp geçiyor konser. Görmemiş olanlar için bunlar da birtakım görseller. Ardından kulak passız ve müsterih bir şekilde istasyonun, oradan da Amsterdam’ın yolunu tutuyoruz gecenin kör saatlerinde. Yorgun ve fakat mutlu bir şekilde. Kulak pası deyince aklıma geldi. Konserden önce sağ kulağım gerçekten de paslıydı, şöyle ki, önceki hafta boyunca hayatımın ilk kulak tıkanıklığı problemiyle cebelleştim. Günlerdir bildiğiniz yarı-sağır olarak işe gidip gelmekte ve yaşamımı sürdürmekte, bir yandan da böyle bir şanssızlığın PJ konserine denk gelecek olmasına üzüm üzüm üzülmekteydim. Sen yılllaaar sonra adamları canlı dinleme fırsatı yakala, onda da stereo dinleme keyfinden mahrum kal. Hiç yoktan iyidirlerle kendimi avutma temrinlerim işe yaramıştı ki, konser için evden çıkmadan yarım saat önce kulağım açıldı. Yüzüme ne kadar yansımıştı bilmiyorum ama, içimde tarifsiz bir rahatlama ve buna bağlı aptal bir gülümseme oluşmuştu. Demek ki neymiş, önemli olan niyet: Mevlana’nın da demediği gibi; görmeye niyetli körün gördüğü, körmeye güdümlü gözün gördüğünden ziyadedir. Kulak için tekrar etmiyorum artık, anladınız…
Şu an yazma kondisyonumun yetersizliğinden mütevellit, en azında bir ara verme ihtiyacı duyuyorum. E şimdi devamını yazmak bugüne kısmet olur mu olmaz mı bilinmez, yazılanlar da bayatlamasın hem diyerek, müteferrik şeytana uymayı uygun görüyor ve ilk tefrikayı sıcağı sıcağına sizlerle paylaşıyorum.
Arkası yarın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)