İzmir dönüşü üstü kötü havalı günler geçeyazarken bir de üstüne gelen şampiyonluk kaçması sendromuna bağlı bulutlu ruh hali nihayet yerini güneşli günlere bırakıyor.
O günlere fazlaca dönmemek adına, geçtiğimiz hafta Haydar artı iki arkadaşın Amsterdam ziyareti günlerini es geçiyorum ister istemez.
Bir ‘uzun hafta-sonu’nun daha ortasındayım; Pazartesi tatil zira. İşte bu hafta sonunun dününden başlıyorum. Bir süredir Rotterdam’da mukim Caner’le nihayet dün buluşacaktık, buluştuk da nitekim. Kalabalıkça bir arkadaş grubuyla yaptıkları günübirlik Amsterdam ziyaretleri bağlamında, güzel havayı da fırsat bilip Vondelpark çimlerini mekan seçtik buluşmamız için. Sözleştiğimiz zamandan biraz evvel gidip parktaki insan yoğunluğuna ve yine o insanların görmemişin güneşi görmüş çılgına dönmüşlüklerine şaşarak yürümekteyken, buluşma anımız telefonumun çalmasıyla değil, karşıdan koşarak gelen Caner’in üstüme atlamasıyla gerçeklendi. Sonrasında Caner ve şürekası ile birlikte biz de kalabalığa karışıp su kenarındaki tıklım tıklım çim sathına attık kendimizi, beraberimizdeki mebzul miktarda birayla. Bir ara Messi geldi yanımıza, fotoğrafımızı çekti. İnanmadınız değil mi? Buyurun buradan bakın... İçiş, konuş, güneş; saatler geçti. Benim kendini güneşe sermiş insanların serilgenlik derecelerini abartılı bulmuş olmama nispet yaparcasına, güneş bildiğiniz kavurucuydu, inanamadım. Kollarda, yüzlerde ve ışınlarla doğrudan temas eden insan yüzeylerinde kısık ateşte kavrukluk kızarıklıkları dahi peyda oldu. Derken -hâlâ beyaz- akşama döndü gün, yolcuların yollarına gidiş vakitleri geldi, hepsini bir tramvayla yolcu edip eve yürüdüm.
Parktan artan iki biraz eşliğinde gecenin son ve beklenen eğlencesi Şampiyonlar Ligi finali izledim. Güneş alnında gün içinde bünyeye akıtılmış olanların verdiği gevrek keyifle, salona girip çıkan ve ara ara maça bakan Steven’ın kayıtsızlığına aldırmadan İngilizce tepkiler verip yorumlar yaparak maç seyrini tamamladım. Bahsen verimli bir maç olmasının da verdiği müsterih ruh haliyle uykuya daldım.
Kahvaltının ardından, bu hafta üçüncü kez katılacağım Museumplein çimlerindeki futbol etkinliğine katılmak üzere fitbol ayakkabılarımı ve çantamı alıp tin tin yola koyuldum. 3-5 kişilik çekirdek kadroya karşın her hafta yeni insancıklar gelmeye devam ediyor. Aslen buranın yersizlerinin meydana getirdiği bu futbol tayfası çoğunlukla Fransızlardan, o çoğunluğun çoğunluğu da aslen Fransız olmayan Fransızlardan oluşuyor. Onlardan gayrı birkaç İngiliz, Amerikalı ve bir Fin var bildiğim. Bugün ayrıca, nedense Kolombiyalı olduğunu tahmin ettiğim bir Kızılderili genç ve yine Latin Amerika asıllı olduğunu sandığım ufak tefek bir kız vardı. Neyse efendim, yaklaşık iki saat, yine güneşin altında, oynanan maçın bitimiyle, açılmış ciğerler ve yorulmuş bir bedenle eve dönmem bir oldu. Duştu, azıcık dinlenmeydi derken, saat beşe gelmekte ve fakat güneş nereden baksanız daha 3-4 saat daha süreceğini bildiğim davetkar parlamasına devam etmekteydi. Hal böyle olunca ben de eve gelirken aklıma düşen ve belki de birkaç aydır boşladığım Haydarbar cazına gitme fikrimi olgunlaştırıp tekrar dışarı attım kendimi. Top tepmenin huzurlu ve hafifletici yorgunluğunu güzel havada yapılacak bir yürüyüşle dindirmek, çatlamış dudağıma birkaç bira serpmek ve kulakları paslanmış ruhumu bir tutam cazla beslemek giderek daha da parlak ve mutluluk verici bir plan gibi görünmeye başladı. Geçen birkaç saat bu öngörüleri teyit eder nitelikteydi. Yürümeye ve (önceki acı tecrübelerden sonra gönül rahatlığıyla söyleyemiyor olsam da) ‘bahar’ havasına doyamamış olacağım ki dönüşte de tabanvaydan vazgeçemedim. Üstelik yolda birkaç fotoğraf bilem çektim (çekmekle kalmadım, flikıra da yükledim hatta). Yarım saatlik bir yürüyüşün ardından eve geldiğimde ilk fark ettiğim şey ne kadar acıkmış olduğumdu. Gereğini yaptım ve odama çekildim. İşte o anlardadır ki yazmak düştü aklıma. Aslına bakarsanız yazmak konusunda beni harekete geçiren, yukarıda yazdığım yaşantılardan ziyade bir iki gün evvel aklıma düşen betimleyici bir mini oda anlatısı procesiydi. Bir anlamda bu yazının devamı olacaksa da, konsept olarak ayrı bir postu hak ettiğini düşündüğüm ve odamdan enstantanelerden meydana gelmesini tasarladığım bu anlatı için buyurun ‘odantik enstantaneler’e…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder