Zaman hızlandıkça sözler ve hisler daha çabuk
yayılıyor. Beri yandan gözler ve kulaklar da daha çabuk yoruluyor; farkına bile
varmadan.
Anlatanlar yakınlaşır, anlatılanlar çoğalırken
bazen zorlaşıyor anlamak; bize öyle gelmese de.
Çalınan Mektup’u gibi Edgar Allen Poe’nun
– orada neler yazıyor?
Yılların yaban gerçeği bir kez daha devrede: bir
şey imkansız hale geliyor, başka bir şeyse mümkün.
Buna mukabil, bir hikayeye tutunmanın ve
başkalarının değil kendi düşlerini görebilmenin hayatiyeti de artıyor –
düşlerin yokluğunda ölümün artması gibi…
Gezi’den, Mısır’dan, Brezilya’dan yükselen şen
patırtıların bedenlerde ve zihinlerde çınlattığı seslere kulak kabartırken;
buradaki Türkiyeli Türkiyesiz insanlarla konuşurken (elbette daha çok dinlerken)
ve nihayetinde birbiriyle çarpışıp yankıyan kelimeleri süzmeye çalışırken, bir
çift söz çalındı kulaklarıma renkli toz bulutunun ardından – kibrit çöplerinden
şaheserler yaratan bir çocuk edasıyla kaleme alınmış bir güzel hatırlatma: Marx’ın
bir çift sözü.
Şimdi memlekette ve dünyanın dört bir yanında
tarih yaşanıyor ya, yazılan hikayeler yaşanan hikayeler oldukça daha bir böyle
bu. Ve aslında farklı ‘ora’lara ama en sonunda da dönüp ‘bura’ya, etrafımıza ve
hayatlarımıza iyi bakarsak göreceğiz: anlatılan da, anlattıran da bizim
hikayemiz.
İşte böyle bir zihinsel kıpırdanmanın yarattığı
motivasyonla metni açıp tekrar okuduğumda, bir lezzet, bir doygunluk yayıldı
sayfalardan. Neden sonra artan bir hüzün karıştı bu hislere, zira ben oturup
bunları yazana kadar akan zaman bizi bir başka 12 Temmuz’a kadar sürüklemişti. Şimdi
her şeyi anımsamanın yanı sıra, bir şeyleri anmanın da vesilesi olmuşken, naçizane
bir tavsiye olarak paylaşmak istedim. Daha çok okunsun, daha çok birlikte işitebilelim,
hikayelerimizin dillerini yenileme çabalarımızı diri tutmak için biraz daha
derman devşirelim diye. Yazının tamamına buradan ulaşmak mumkun. Hemen şimdi okuyamayacak
olanlar ya da “iyi de tam olarak neyle ilgili bu yazı” diyenler için aşağıya tadımlık
parçalar bırakıyorum.
Arka fonda pencerenizden içeri süzülen uğultusu
dünyanın ve içinizde kendinize ait bildiğiniz dalgalanmalar eşliğinde
okuyunuz. Siz okurken bir kenarda sessizce sigarasını tüttüren Ulus Baker, yazının
sonunda usulca dönüp soracak: Bunun ne demek olduğunu sezebiliyor musunuz?
(by Asli) |
De te fabula narratur, senin hikâyeni anlatıyorlar.Marx'ın Birinci Sözü
Kapital'in önsözünde yer alan bu sözler, iki eksen üzerinde derinleştirilebilir:
Tarih her şeyden önce bir "anlatı"dır...
Sözgelimi Hegel'de henüz bir tarihyazımı bulunmadığı, İdea'nın hareketi olarak anlaşılan evrensel bir tarih felsefesinin kendi varoluşunu tarihyazımını dışlamaya dayandığı, bir taraftan tarihsel maddeciliğin belirlenimleri ve varoluş nedenleri arasında yer alır. Öte taraftan, "bilginin ilk kaynağı" sorusu ile karşı karşıya kalırız: İlk kaynak, tarihte, her zaman ilk anlatandır. Köken, Heidegger'in istediği gibi, Varlık ile Hakikat arasındaki ilk bağlantıyı kuran Logos değil, Oluş ile Logos, yani dil arasındaki ilk bağı oluşturan anlatıdır. Öyleyse tarihyazımının tarih felsefesine ve onu taşıyan "Evrensel Özne" tasarımına bir önceliği olmalıdır. Marx'tan önce tarih yoktur, çünkü "senin hikayeni anlatıyorlar" formülü, tarihe yeni bir bakışın tarihe giriş anını oluşturuyor. Althusser'in hatırlattığı gibi, eğer fiziğin kıtasını Galileo açtıysa, tarihin kıtasını Marx açıyordu.
De te fabula narratur, ikinci olarak, şu uyarıyı yapar: Marksizm'in esas olarak 19. yüzyıla ait bir tasarım olduğu, orada "sudaki balık" gibi yaşadığı, bu yüzden günümüzün "nesnel" dünyasını açıklamaya, dolayısıyla yönlendirmeye artık yetenekli olmadığı, yalnızca Marksizm'e karşı evrensel zaferini kutlamakta pek acele eden liberalizm türlerinin değil, (eski) Marksistlerin de kabul etmeye, yer yer vurgulamaya başladıkları bir görüş haline geldi. Buna göre, dünya bugün genel görünümü ve her veçhesiyle, Marx'ın gözlemlediği yüzyılın dünyasından artık çok uzaktır.
Marx'ın gözlemlediği dünya ile bugün gözlemlediğimiz dünya arasındaki farkın dile getirilmesi bir tür truizmden başka bir şey olabilir mi? (…) Unutulan veya gözardı edilen en önemli şey, belki de "Marx'ın gözlemlediği ve açıkladığı dünya" ile "bizim gözlemleyebildiğimiz ve açıkladığımız dünya" arasındaki farktan bahsetmenin pek de masum olmadığıdır. Belki Marx çağını gözlemlemiş, yorumlamış ve açıklamaya girişmiştir. Ama bunu bizim bugün, kendi dünyamız için başarabildiğimiz varsayımı ne ölçüde ileri sürülebilir? Böyle bir varsayımın tehlikesini düşünmek, Marx'ın hâlâ neden "esasa ilişkin" bir çift sözü olduğunu gösterecektir. Marx'-ın söyleyeceği şey elbette "bizim çağımızı açıklamak" değildir. Bu sözün önemi, birinin kendi çağını "anlamak" ve "açıklamak" için ne yapabileceğini bize öğretecek son sistematik düşünceyi içeriyor olmasında yatıyor.
Öyleyse, De te fabula narratur, İngiltere'den Almanya'ya göndermekle kalmaz, günümüzün zayıf düşüncesine, Marksizm'in pratiklerinin bile içine sinmiş zayıf düşüncenin etkilediği günümüz insanlarına gönderilmiş bir mesajdır.
Sermaye, bedeninde yalnız meta yığınlarını, para ve krediyi, üretim araçlarını, ödenmemiş artı-emeği biriktirmekle kalmaz, açıkçası, insanları biriktirir.
Marx'ın birinci sözü olarak sunmaya çalıştığım De te fabula narratur, öyleyse bize, "sınıf mücadeleleri tarihi"nin ("Tarih" zaten öyle değil midir?) bir yüklemini aktarıyor. Bu yüklem, dilin ve anlatının, ama gündelik yaşamdaki ve toplumsal bağlamındaki anlatının yüklemidir.
Öyleyse, De te fabula narratur'un bize söyleyeceği bir şey daha vardır: Warensprache'nin, metaların dilinden telaffuz edilmiş anlatısını (biteviye kapitalizmin konuşması) tercümesi (Das Kapital'in katmanlarından biri) yeterli değildir: onun yerine başka bir anlatının, yepyeni bir anlamın konulması, kısacası "başka bir hikâyenin anlatılması" gerekir. Bu "yeni hikâyeyi dinlemek" için birçok kulağın dikilmiş olduğunu biliyoruz. Ama diller kendi kendilerine konuşamazlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder