3 Eki 2010

Şeyler

Incalculable are the benefits civilization has brought us, incommensurable the productive power of all classes of riches originated by the inventions and discoveries of science. Inconceivable the marvelous creations of the human sex in order to make men more happy, more free, and more perfect. Without parallel the crystalline and fecund fountains of the new life which still remains closed to the thirsty lips of the people who follow in their griping and bestial tasks.

Malcolm Lowry

...

Böylece onlar ve dostları, sevimli ve tıklım tıklım dolu dairelerinde gezileriyle, filmleriyle, kardeşçe bir dostluk içinde geçen ziyafetleriyle, kusursuz tasarılarıyla yaşıyorlardı. Mutsuz değillerdi. Kaçamak, anlık bazı yaşam sevinçleri günlerini aydınlatıyordu. Bazı akşamlar yemeği yedikten sonra masadan kalkmaya karar veremiyorlardı; bir şişe şarabı bitiriyorlar, cevizleri kemiriyorlar, sigaralarını yakıyorlardı. Bazı geceler gözlerine uyku girmiyordu; yarı oturur halde, yastıklara dayanarak, aralarında bir küllük sabaha dek konuşuyorlardı. Bazı günler saatlerce sohbet ederek dolaşıyorlardı. Vitrinlerin camlarında gülümseyerek kendilerine bakıyorlardı. Her şey kusursuz gibi geliyordu onlara; serbestçe yürüyorlardı, hareketleri rahattı, zaman onlara yetişemiyor gibiydi. En küçük hareketlerinin –bir sigara yakmak, bir külah sıcak kestane almak, bir istasyon çıkışında kalabalığın arasına ustalıkla karışmak– onlara, tükenmez bir mutluluğun dolaysız, somut ifadesi gibi gözükmesi için, kuru soğuk, rüzgârlı bir günde, günbatımında, sıcacık giysiler içinde sokakta, acelesiz ama sıkı adımlarla bir dost evine doğru yönelmiş olmaları yeterliydi.

Ya da bazı yaz geceleri, hemen hemen hiç tanımadıkları mahallelerde uzun uzun yürürlerdi. Yusyuvarlak bir ay gökyüzünde parıldar ve donuk ışığı tüm nesneleri aydınlatırdı. Issız, uzun, geniş, yankılanan yollar eşzamanlı adımların altında çınlardı. Tek tük birkaç taksi, neredeyse sessizce, ağır ağır çekip giderdi. O zaman kendilerini dünyanın efendisi gibi hissederlerdi. Anlatılmaz güçleri, inanılmaz gizleri ellerinde tutuyormuşçasına, tanımadıkları bir coşku duyarlardı. El ele tutuşarak koşarlar, kaldırımlar boyunca kaydırak, seksek oynarlar, hep birlikte bağırış çığırış Cosi fan tutte’yi ya da Messe en si’yi söylerlerdi.

Ya da bir restoranın kapısını iterek içeri girerler, tapınma derecesindeki bir coşkuyla çevredeki sıcaklığa, çatal bıçak seslerine, kadehlerin çınlamasına, alçak sesli konuşmalara, bembeyaz örtülerin vaat ettiklerine bırakırlardı kendilerini. Şaraplarını büyük bir ciddiyetle seçerler, peçetelerini açarlardı; işte o zaman, baş başa, sıcacık, yeni yaktıkları ama az sonra mezeleri gelince söndürecekleri sigaralarını içerlerken, yaşamları salt bu güzel zamanların bitmez toplamı olacakmış, her zaman mutlu olacaklarmış gibi gelirdi onlara, çünkü mutlu olmayı hak ediyorlardı, çünkü mutluluğa hazır olmayı biliyorlardı, çünkü mutluluk içlerindeydi. Karşı karşıya otururlardı; yemeği acıktıktan sonra yiyeceklerdi ve bütün bu nesneler –beyaz kaba dokuma örtü, mavi bir leke gibi duran bir paket Gitanes, porselen tabaklar, biraz ağır çatal kaşıklar, kadehler, taze ekmek dolu hasır sepet– içten içe duyulan, uyuşmanın sınırındaki bir zevkin her zaman yeni çerçevesini oluştururdu: hızın verdiği duygunun bir bakıma tıpkısı, bir bakıma tam karşıtı olan, müthiş bir durallık, müthiş bir doluluk duygusu. Bu hazır masayla birlikte mükemmel bir eşzamanlılık izlenimine kapılırlardı: dünyaya gömülmüş, onunla uyum içindeydiler, orada rahattılar, korkacak hiçbir şey yoktu.

Bu iyi işaretleri açığa çıkarmayı hatta yaratmayı belki de başkalarından biraz daha iyi biliyorlardı. Kulakları, parmakları, damakları sürekli fırsat kollarcasına, ufacık bir olayla hemen kendini gösteren bu uygun anları bekliyordu. Ama, kendilerini yavan bir dinginlik, sonsuzluk duygusuna bıraktıkları, hiçbir gerilimin bozamadığı, her şeyin dengede durduğu, hoş bir yavaşlık içinde bulunduğu böyle anlarda, sevinçlerinin gücü, kendinde geçici ve dayanıksız olan ne varsa hepsini öne çıkarıyordu. Her şeyin bir anda yerle bir olması için çok büyük bir olay gerekmiyordu: en küçük uyumsuzlukta, basit bir kararsızlık anında, fazlaca kaba bir işaretle mutlulukları paramparça oluyordu: hep neydiyse yine o oluyor, bir çeşit sözleşme, satın alınmış bir şey, zavallı kırılgan bir nesne, onları şiddetle, varoluşlarındaki, öykülerindeki en belirsiz, en tehlikeli yana gönderen basit bir soluklanma anı olup çıkıyordu.



Kapılar önlerinde açılıyordu. Gökyüzünün ortasında havuzları, okuma odaları, sessiz odaları, tiyatroları, bahçeleri, akvaryumları, kuşhaneleri, iç avluları, yalnızca kendi kullanımlarına göre tasarlanmış küçük bir odanın dört kesik yüzeyinde dört Flaman portresinin göze çarptığı minicik müzeleri keşfediyorlardı. Bazı salonlar salt kayalıktı, diğerleri ise salt cangıldı, bazılarında deniz dalgalanıyordu; yine bazılarında tavus kuşları dolaşıyordu. Daire biçiminde bir salonun tavanından binlerce flama sarkıyordu. Sonu gelmeyen labirentlerde nefis müzikler çınlıyordu; abartılı şekillerdeki bir salonun işlevi, göründüğü kadarıyla, sonsuz yankılar yaratmaktan başka bir şey değildi; bir diğerinin zemini, günün saatlerine göre çok karmaşık bir oyunun değişken şemasını sergiliyordu.

Uçsuz bucaksız bodrumlarda, göz alabildiğine uysal makineler çalışıyordu.


Georges Perec, Şeyler (1965)

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...