Eğer yazımı geciktirmiş olmanın telaşına fazlaca kapılıp Pazar günü yazsaydım mesela, başlığım bu olabilirdi pekâlâ. Ama şimdi değil...
Hatta dün bir Pearl Jam şarkısında kulağıma çalınan ve bir an için özdeşleşeyazdığım sözlerle de süsleyebilirdim bu sefil yazıyı: “nothing changes but the surrounding bullshit that has grown…” Yok yok, şimdi değil…
Efendim gecikmeden dolayı özür dilerim ama hafta sonu gerçekten de “yazarımız yıllık kendine yazma izninin bir kısmını kullandığı için bugün eski bir yazısını yayımlıyoruz” kıvamındaydım, bir başka deyişle Amsterdam’da ilk daralmalarımı yaşamak gibi sevimli bir bahanem vardı – neyse ki tez geçti.
(Yine) bilenler bilir, öyle fazla meraklı değilimdir ışığa. Ama günlerdir doğru düzgün güneş yüzü görmemiş olmamın ve dahi bugün, geldiğimden bu yana ilk kez bu denli güneş görmemin (bir bedeli vardı elbet - ayazın soğuğuna katlanmak) bu ani depresif temayülümden dönüvermemde etkisi olmuş olabilir. O derece bulutsuzdu ki bugün gökyüzü, denizi ilk kez gri değil de mavi görme şerefine nail oldum (Ali Nail, Metin Diyadin, vs)
Madem öyle öncelikle bir önceki postamızdaki “gelecek hafta bu kuşakta” sözümüzün arkasında duralım ve söz verilmiş üç husustan dem vuralım:
1. Tropenmuseum’a geçtiğimiz geçtiğimiz Pazar günü saat 3 gibi gitme gaflatinde bulunduk. Hollanda’nın sömürgeci tarihiyle yüzeysel bir hesaplaşma eğilimini de tematik olarak içeren bir nevi etnoğrafya müzemiz, üç katlı mütevazı büyüklükte bir mekan arz etmekteydi. Fakat gelin görün ki oraya varışımız ile kapanma saati arasındaki 2 saatlik zaman diliminde bir katını bile tamamlamayı başaramadık. Böylece, tez zamanda edineceğim ‘müze kartı’ ile ziyaret edilecek müzeler listesindeki varlığını sürdürdü bu güzide mekanımız, ayrıntıları asıl ziyaret sonrası için saklıyorum müsaadenizle.
2. Ev için koalisyon arayışları: Aylin’in, benim gibi (fakat benden daha umutsuzca ve daha uzun süredir ev arayan) arkadaşı Birkan ile bir ortaklık ihtimalini görüşmek üzere buluşacaktık ki, bir gün öncesinde ani bir ‘boşalan ev’ haberi aldık. Evet, bir nevi erken boşalma, yani benim için erkendi en azından. Bir başka arkadaş olan Erin’giller evlerini boşaltmaktaydı (alt kata taşınmak üzere) ve tez zamanda yeni birilerini bulmak arzusundaydılar. O kişilerin biz olmamızı istiyordu gerçekten kendisi, doğrusu ev yer, kira ve depozito ve emlakçı masrafından muafiyet bakımından cazipti. Ancak eşyasız olması, birkaç gün içinde kontrat gerektirmesi; buna mukabil benim 1 ay da kalacak gül gibi bir evim olması hasebiyle ben acele etmeye hiç gerek görmedim. Buluruz elbet biz de bir münasip ev hayırlısıyla diyerek… Sonrasında Birkan’dan günlerce haber alamayıp, neyse başka birini buldu herhalde diye düşünüyordum ki dün kendisinin hala arayışta olduğunu öğrendim. Yine dün Yelda’nın ani bir şekilde bir aylığına başka bir odaya taşındığı haberini aldım. Yine yine dün, mevcut ev arkadaşım Steven ile “ya valla ben de bir şey bulamıyorunm, en iyis güçlerimizi birleştirip birlikte ev arayalım” muhabbetine girdim… Sonuç? Beklemeye devam…
3. Rotterdam yolculuğu: Perşembe günü, kuzey Hollanda yöresindeki vatandaşlarımıza hizmet veren Rotterdam Konsolosluğu hedefimdi. Maksat gerekli evrak ile gidip “bakın ben geldim, burada çalışıyorum, aha bunlar da belgelerim; söyleyin TC ve TSK’ya beni askere bir süre daha beklemesinler” demek. 8:30’da açıldığını ve öğlene kadar alınan sıra numarası ile iş görüldüğünü öğrendiğim bu vatan ocağına vakitlice varmak için sabah 6 gibi kalkıp 7 gibi Merkez İstasyon’dan bir trene bindim. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından 8’i az geçe Rotterdam Merkez İstasyonu’na vardııım… Ne var ki 1: etrafa bakarak güzelce geçireceğimi düşündüğüm tren yolculuğu burada günün 8’den önce ağarmaması ve uykumu alamamış olmam gerçeği ile birleşince pek de matah olmayan bir gece yolculuğuna dönüştü. Ne var ki 2: feci bir yağmur ve fırtına ilk kez ayak bastığım bu şehirde, görünen o ki, sabırsızlıkla beni bekliyorlardı. Trenden indim, yakın olduğunu bildiğim (haritadan bakmıştım) konsolosluğa doğru gitmeye çalıştıkça, geçmem gereken sokak ve cadde isimlerine bir türlü rastlayamıyor ve savruldukça savruluyor, ıslandıkça ıslanıyor, yürü babam yürüyordum. 10 dakika, 20 dakika derken halen hedefe yaklaştığıma dair bir işarete rastlayamamış fakat iliklerime kadar ıslanmayı çoktan başarmıştım. Tabii bu süreçte şemsiyemin ilk kez rüzgarda ters dönmesi deneyimini yaşadığımı ve yine ilk kez gerçekten havaya küfür etmek durumunda kaldığımı belirtmeliyim. Neyse, sonunda döne dolana, sora sora buldum gonsolosluğu. İçeri adımımı atmamla Türkiye’de olmadığımı unutmam bir oldu. Ayrıntılara girmeyeyim, ama hepsi unutturucuydu işte… anlayın. Neyse sıra numarasıydı, beklemeydi, beklerken bir gurbetçi vatandaşımızla (aa, adını hâlâ hatırlıyorum: Hayati Delice) tanışmaktı derken sıra geldi ve alışık olduğumuz bazı bürokratik muhalefetlerle karşılaştıktan sonra işlemimi yaptırıp – tabii sırılsıklamlığımdan pek bir şey yitirmedi bu arada – gerisin geri istasyona yöneldim. Islak ve fakat daha aydınlık ve nispeten rahatlamış bir ruh haliyle yaptığım yolculuk sonunda saatin henüz erken olduğunu görüp “madem öyle IND’ye (yabancılar şubesi) gidip oturma izni kartımı alayım,” dedim. Gittim de… tramvay ve tren yetmezmiş gibi bu kez de otobüse atlayıp IND’ye gittim ve inanır mısınız, huzur doldum (tabii kartımın zaten hazır olması ve mesela siyah olmamamın da payı vardı bunda kuşkusuz). Hemen buyur edilip kartımı verdiler ve hooop eve döndüm. Sonrası uyku, sonrası normalleşme…
[Flashforward] bugün, akşam yine şirketin bir Borrel (içmece) etkinliği olduğu haberi gelince, beleş içki baldan tatlıdır şiarıyla oraya uğradık. Orası dediğim yer de daha önce defalarca önünden geçtiğim, geçerken de “ne güzel bir kilise, bir ara içeri girip göreyim” diye geçirdiğim ve fakat artık bir cafe-bar olan tarihi bir kuley(miş)di. [Hatta adı da Schreierstoren (Weeping Tower) imiş ve eski zamanlarda uzak diyarlara açılan denizcilerin eşleri ve edevatı bu kuleye çıkıp arkalarından mendil sallar, ağlarlarmış] Dolayısıyla günlerdir yazmak üzere aklımın bir köşesine not ettiklerimle hâlihazırda yazdıklarım arasındaki mesafe, eve geldikten sonra üzerine içtiğim çorbaya rağmen, orada içtiğim güzel şaraptan kaynaklanmaktadır.
(“Çok uzun tümce” uyarısı aldım, yoksaydım –bunun için de uyarı aldım ama bunu yoksayamayacağım, kusura bakma Ms. Word.– kusura bakmayın)
Bu yazımızın da sonuna gelirken mühim not – Pelin’in lojistik desteği ile artık bir fotoğraf makinem var ve müteakip yazılarda her an (muh)telif fotoğraflarlarla karşınızda olabilirim.
İyi geçmiş bayramlar diler, hasretle kucaklarım…
PS: Önemli bir ayrıntıyı unutmuşum: Bugün yazmak yönündeki bir numaralı motivasyonum, " 'bir ara' yazmalıyım" sayıklamalarım sırasında karşıma çıkan hoş bir tesadüf oldu. O tesadüf elbette günün tarihinden başka bir şey değildi -- 01 Ara.
1 yorum:
blog: ameliyathane
spot: ikinci yeni, toplumsal gerçekçilik ve operasyonel ayrımlar
"Hayati Delice"li yazıyı okuduğumda aklıma Ece Ayhan'ın okuyana kadar ufku dar sandığım Ankara'nın bin yıllık tarihini anlatan (yokdahaneler!) bir şiiri geldi. Ankara'yı her andığımda ayaklarıma kara sular indi diyordum, yeterince yürümemişim.
rumuz: iri ve geveze.
Yorum Gönder