24 Ağu 2010

Müteferrik Zurna - III

Bak, hatıralar hayal oldu.

Üç haftalık Türkiye maceram o kadar güzel geçmiş, o kadar güzel geçmiş ki, sıfır kötü geçmiş. Şimdi yazmaya elim varmıyor desem yeridir, mevcut gerçekliğin o yükseklikten düşünce beton etkisi yapması korkumdan. Fakat okurlarımızın tepkisizliğinden azade, sorumlu yayıncılık anlayışımız gereği zurna taksimimizin sonuna kadar gidiyoruz.

***

Pelin ile memleket sathına İstanbul Atatürk havalimanından girişimizi, planladığımız üzere dosdoğru Bursa geçişi takip etti. Ancak bu geçiş uğruna Cumartesi gece yarısını biraz geçe Esenler’e vardığımızda, olmaz dediğimiz oluyor ve Bursa’ya giden hiçbir otobüste yer olmadığını, en yakın otobüsün 3’te olduğunu öğreniyorduk. Her ne kadar biz onu teğet geçmeye çalışsak da İstanbul müstehzi bir sırıtışla bize ‘hoşgeldiniz!’ diyordu. Azmettik, metanetimizi koruduk ve söz konusu araçtaki yerimizi aldık. Sabah altı sularındaki feribot geçişimiz sırasında sakin Marmara suları üzerinde ağarmaya çalışan günün karşılaması ise çok daha misafirperverdi. Hoş olduk, Bursa’ya geldik. Fakat yine yarı-mazoistik planımız devreye giriyor ve burada yarım günlük bir pit-stop’un ardından aynı günün akşamı İzmir’e doğru yola koyuluyorduk. O da oldu, geçti. Fakat itiraf etmem gerekir ki Hollanda’nın yarım saatte şehir, bir buçuk saatte ülke değiştirmeye elveren coğrafyasına biraz alışmış olduğumu fark ettim, sıkmadıysa da uzun geldi yollar. Neyse efendim, Türkiye’ye ayak basışımızın 24 saat sonrasında ilk gerçek durağımız olan İzmir’deydik. Hızlı sarmak gerekirse, ev, aile, güneşin gerçek yüzü, yemeğin hası, Erk’i ve elbette Saygın’ı görmek suretiyle ilk birkaç gün geçti.

En azından ayrı bir paragrafı hak eden buluşma ise bir Alsancak akşamında laf arasında Saygın’dan Burak Gürel’in de buralarda, tam olarak Çeşme’de olduğunu öğrenmemle başladı. Görüşmediğimiz yılların sayısı bir elin parmaklarını geçmemiş olsa da, hatırlamak için bir süre kafa patlatmayı gerektirecek kadardı. Heyecanla “gidelim o zaman” dedim. İki gün sonra aynı üçlü, Burak’ı dergâhında ziyaret etmek üzere atlayıp Çeşme’nin yolunu tuttuk. Şu kadarını söylemekle yetineyim; hani genelde ancak geriye dönüp bakıldığında hissedilen bir duygudur ya mutluluk, orada geçirdiğimiz bir gün, istisnai biçimde farkındalıklı bir mutluluk haliydi benim için.

Çeşme dönüşü sırada tatilin ‘gerçek tatil’ safhası vardı. İlk hedefimiz Dalyan’dı. Yine birtakım oto ve mini-büs yolculuklarının ardından, Özge hanımın da katılımıyla Dalyan’a vardık. Kanal kenarında bir pansiyon bulup yerleştik. Dalyan’ın doğa olayı olarak güzelliğine edecek laf yoktu. Ancak ilk günün sonunda iki sebepten dolayı ufaktan huysuzlanmaya başlamıştık: birincisi denize girmek için her seferinde tekneyle İztuzu Plajı’na yarım saatlik bir yolculuk yapılması gerekliliği (üstelik deniz de çok dalgalıydı), ikincisi yabancı turistlerin ve ona bağlı olarak ‘turistik’ tatil atmosferinin beklediğimizden çok daha yoğun olmasıydı. Gün boyu kenarında eğleşip istediğinde girip girip çıktığın bir denizin ve insanın kafasını ve ruhunu nadaslayabileceği bir huzur ortamının bulunmadığı yerde tatil mi olurdu? I-ıh.. Özge’nin üçüncü gün sonunda zaten bizden ayrılacak olması sebebiyle odamızı üç günlüğe tutmuş olmamızı fırsat bilip bu süre sonunda Dalyan’ı terk etmeye karar verdik. Şöyle cümlelerle Ortaçgil’e kızarak Dalyan’la hesaplaşmamızı nihayete erdirdik: Bunun kesin böyle yukarılarda bir evi varmıştır, orada manzaraya karşı pinekleyip durmuştur. Denize de girmiyordur kesin.

Dere geçerken at değiştirmek neyse de, tatil yaparken yer değiştirmek konusundaki kararlılığıma ve azmime, üstelik tam da en tatilin ta göbeğinde, ben bile şaşırdım. Yeni hedefimizi belirlememiz pek zor olmadı. Madem ne istediğimizi biliyorduk, bunları nerede bulabileceğimiz de belliydi: bir yıllık kadim dostumuz Datça-Palamutbükü. Her ne kadar köy kahvesi restorana dönüşmüş, pansiyoncu Yılmaz abi plajda pulları kayboluyor diye tavlayı tedavülden kaldırmışsa da, oraya vardığımız andan itibaren gelişimizle ilgili tüm cümlelerimiz “iyi ki”lerle doluydu. Mahmut Hoca Dalyan’dan arayıp “n’aaptın sen oğlum?” diye sorsa, gönül rahatlığıyla “sevdim hocam” yanıtını verirdim yani. Sayılı gün çabuk geçti, zamanın ‘tatil’e en bir layık karakterde aktığı günler sona erdi. İzmir’e dönüldü.

İzmir’de ev ve aile havası ciğerlere doldurulduktan sonra, göçmen balıklar gibi geldiğimiz yolu gerisin geri dönmeye başladık Pelin’le. Önce Bursa, orada geçirilen iki güzel gün; oradan da ver elini İstanbul.

Eşyaları eve bırakıp kendimizi dışarı attığımızda, insanlarla ilk buluşma efsanevi bir kadrajla açıldı: Ekürik sevdicekler Zeyno, Emre, Beril ve Aylin, hepsi aynı karede. Erayıngözlerispor böyle bomba bir kadroyu bir arada en son ne zaman görmüştü, bilemedi. Ben diyeyim 10, siz deyin 15 sene önce. Sonrası muhabbet, sonrası güzellik; sonrası tadından yenmez gerçek bir oyun gecesi. Tabii tüm bu yaşananlar su yakmadığı için günler birer birer akıp gitti ve sona gelindi.

Son gün sabah erken kalkılıp uykulu Emre ve uykudaki Aylin’le vedalaşıldı, Sirkeci’de anne ve ‘teyze’yle buluşulup başladığımız nokta olan havalimanına ulaşıldı. Ardından İstanbul, sevgili insanlar, güneş, deniz, ayran simit, gürültü patırtı, ne varsa, tarafımdan bir valize dolduruldu. Bu valiz elbette bagaj limitini aştığından check-in’den geri çevrildi. Ben de elimi kolumu sallayarak, kanat bir çırpmadan bir anda kendimi Amsterdam’da buldum birden.

Arkada kalan valiz bir tarafa, beni karşılayan berbat hava (en azından o karşılamaya gelme zahmetinde bulunmuştu), beni deprestirdi gelir gelmez. Ertesi gün yapılan iş başı, başımı çoktan aşmış işler, insanlara ve çalışma haline adeta sıfırdan başlamanın sevimsizliği pek bir sıkıcıydı. Özellikle ilk iki gün öğğvk tadında geçti. Üçüncü gün, dönmüş olduğuma ikna olabilmek adına sarıldığım bisikletim ve yalancı güneşin amorti ışıkları, kabaca akort etti ben-bura enstrümanını. İnce ayarlar için, çalışmalarım devam ediyor.

Hafta sonu ufak çaplı bir uluslararası film festivali kapsamında Bal’ı izledim sinemada. İzlerken kafa ayarımın eksikliğinin de etkisiyle filmin bütünün kavrayamadığım, bu konudaki cahilliğim yüzünden manevî ve dini göndermeleri ıskaladığım hissine kapıldım. İyi de bunu gayrımüslüm arkadaşlar nasıl anlamış da ödüller falan vermişler, hayret, diye geçirmekten alamadım kendimi. Ancak sonradan açıp baktığımda kazın ayağının bundan ibaret olmadığını görmemle taşlar yerine oturdu. Görüntü yönetimi ve ışık konusundaki nefis işçiliğin ötesinde takdir kapsamım genişledi, tekrar izleme ihtiyacı hâsıl oldu. Bu vesileyle tavsiye etmiş de olayım.

Son olarak, daha Gamehunters’da olaya girememişken, Cumartesi gecesi evde kendime verdiğim tek kişilik parti sırasında hızımı alamayıp yeni bir grup daha kurdum, aklıma gelmişken yapıvereyim de sürüncemesin düşüncesiyle. Pek yakında paylaşacağımdır hepinizle.

Görüşebildiklerimizi arsız bir özlemle,
görüşemediklerimizi de muhayyıf bir hasretle
öperimler!

SON


PS. Söz konusu güzelim tatil günlerine ilişkin tadımlık görseller şuralarda bir yerlerde olacak.

2 yorum:

Pelin Gumus Sariot dedi ki...

yeniden yaşadım ben tatili bu üçlüde!
eline sağlık canım!
bu arada valiz geri çevrildi derken???

biçki dikiş dedi ki...

Gelenektif bir bakış açısından harikalar yaratmışsın :)

Beni de "yazar mektuplaşmasıca" diye bir oyun fikri ziyaret etti. Onu tesis etme çalışmalarım tamamlandığında paylaşmaktan onur duyarım.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...