24 Ara 2011

Müzik Felsefesinin Sefaleti - II


Sınırları aş(ındır)ma çabası olarak müzik.

Yer yer beylik tanımlar çerçevesinde kalan ifadelerle açmaya çalışayım.

‘Ses’ müziğin yapıtaşı. Her yapıtaşı gibi diğer taşlarla ancak belli bir biçimde bir araya gelerek bir ‘yapı’nın parçası olabilir. Bu bir araya geliş biçimi, en basitinden, ritmdir mesela. Fakat salt sessizliğin müzikal bir değeri olabilirse de, ritmi olmaz. O yüzden, öyle ya da böyle, sese dayanır müzik. Ses ise, ancak titreşimden; titreşim de, her işteş fiil gibi ‘birden çok’tan doğar. Titreşim, kendindeliğin ve başkalığın iç içeliğinin en görünmez tezahürüdür. Titreşimin işitilirliğini mümkün kılan ortamı, örneğin havayı, bir kenara bıraktığımızda dahi, titreşimin olmazsa olmazı birbirine göre hareket halinde iki cisimdir. Bu cisimler ister bir sazın telleri ile ona vuran bir tezene, ister gergin bir hayvan derisi ve bir tokmak, isterse de aralarındaki açıklıkla ‘birden çok’laşmış ses telleri olsun insanın; ses, her daim söz konusu ‘birden çok’un sınırlarının buluşmasına muhtaçtır. Ses, iki şeyin sınırlarının buluşmasından çıkar. Ayrı, yalıtık, kendide oluşların gerçekliğine ve yalanlığına işarettir ses. Elbette gürültü de öyledir. Aradaki farkı, çok kabaca söylemek gerekirse, ahenk oluşturur. Dolayısıyla müzik, sınırların buluşmasından ahenk devşirerek – ya da bu buluşmadaki ahengi keşfederek, algılanır kılarak, sınırlarla ayrılmışların bin bir anlık ‘bir’leşmelerine işaret ve tanıklık eder.

19 Ara 2011

Müzik Felsefesinin Sefaleti - I


Zaman bir denizse eğer, 
ve zamanla kendine has bir ilişkisi varsa müziğin;

pop, dalgalarla oynaşan bir sörfçü,
klasik, okyanusta dümen kıran bir kaptan,
caz, denizin dibini keşfe çıkmış bir dalgıç,
halk müziği, taşlı bir sahilde ayaklarını suya sokan bir çocuk...


27 Eki 2011

Bu da...

"Şu gördüğün," dedi taşla oynayarak, "bir taştır, belli bir zaman sonra toprak olacak belki, topraktan da bitki olarak boy verecek ya da bir hayvana, bir insana dönüşecek. Eskiden olsa derdim ki: 'Bu taş yalnızca bir taştır, değersizdir, Maya dünyasındaki nesnelerden biridir; ama dönüşüm döngüsünde insan ve ruh da olabileceğinden bu taşa da önem veriyorum.' Eskiden olsa böyle düşünürdüm belki. Ama bugün şöyle düşünüyorum: Bu taş taştır, aynı zamanda hayvandır, aynı zamanda tanrıdır, aynı zamanda Buda'dır, ilerde şu ya da bu nesneye dönüşeceği için ona saygı duyuyor, onu sayıyor değilim, çoktan ve her zaman şu ya da bu nesne olduğu için sevip sayıyorum onu. Özellikle taş olması, bana şimdi ve bugün taş olarak görünmesi, özellikle bu sevdiriyor onu bana, damarlarının ve oyuklarının her birinde bir değer buluyorum, sarı renginde, gri renginde, sertliğinde, üzerine vurduğum zaman çıkardığı seste, yüzeyindeki kurulukta ya da nemlilikte bir değer görüyorum. Taşlar vardır, ele alındıklarında yağ ya da sabun hissini uyandırır; taşlar vardır yaprak, taşlar vardır kum hissini verir, her biri de bir ayrıcalık içerir ve her biri kendince Om çeker, her biri Brahman'dır, ama aynı zamanda ve özellikle Brahman olduğu için taştır, yağlı ya da sabunsu hissini uyandırır, işte bu da benim hoşlandığım şeydir, harikulâde bulduğum, tapınmaya değer gördüğüm şeydir. - Ama yeter, daha fazla konuşmayayım. Sözcükler gizli saklı anlamı zedeliyor, dile gelen her şey o saat değişiyor biraz, biraz çirkin, biraz aptalca niteliğe bürünüyor - evet, bu da çok iyi bir şey, bundan da pek hoşlanıyorum, bir insanın hazinesini ve bilgeliğini oluşturan şeyin bir başkasının kulağına her zaman aptalca gelmesine hiç diyeceğim yok."
Hermann Hesse, Sidarta, Sf.168-169 (Çev: Kâmuran Şipal)


27 Eyl 2011

Büyüdükçe Büyüyen Çaresizliğimiz



…acı veren bir hareketsizlik içindeydim, diyelim.

But movement leads to obstacles.

Çok birikmiş, ıkınıyorum. Ikınmaların sonucunda ortaya çıkanlar birikmişliğe oranla bir hiç olur çoğu zaman, biliyorum. Bile bile de olsa, lades ladestir; başlıyorum.
Gelmeyen yazdan, geçen yazdan uzun uzadıya bahsetmeyeceğim. Ama gelmeden geçmiş yazlarlı bir şeyler olacak sanki ister istemez. Mesela 3 Temmuz’la başlayan sürecin böyle derin hayal ve şevk kırıklıklarına varacağını kestiremezdim. Oldu. No justice, no peace tepkisi içimde her anlamda büyüdü, ‘adalet yoksa barış da yok’u da aşıp ‘adalet yoksa huzur da yok’a dönüştü. Yetmedi, adalete dair umudun yittiği anlarda salt huzursuzluk oldu; eyleme ve paylaşmaya da dönüşmedikçe mutlak mutsuzluğa evrildi. Dünyanın en hızlı söküleni unvanının açık ara (u)mutsuzluk çorabına ait olduğu gerçeği bir kez daha yüzüme çarptı.
(Geçer gibi yapıyorum) İlkokul yıllarından kitaplarla ilgili beylik bir laf var aklımda: insan klasik bir kitabı üç kez okumalıdır; gençliğinde, orta yaşlarında ve yaşlılığında; ya da bunun gibi bir şey. Şimdi baktım da, ‘gibi bir şey’miş. Sözün aslı Jose Ortega y Gasset’e aitmiş ve Cervantes’in Don Kişot’u için söylemiş: “İnsan onu hayatında üç kez okumalıdır. Kahkahanın kolayca dudaklara fırlayıp duyguları harekete geçireceği gençlikte, mantığın hakim olmaya başladığı orta yaşta, her şeye felsefe açısından bakıldığı ihtiyarlıkta”. Kimin hangi yaşında neyin hakim olduğu mevzusu genellemelere imkan verirliği açısından ziyadesiyle su götürür. Gelgelelim son zamanlarda okuduğum iki kitabın söz konusu şemada tam da ortadaki okunuşa upuygunluğu hissini es geçmem hayli zor.
Söz konusu kitapları hemen söyleyip gevezeliğe öyle devam edeyim. İlki Herman Hesse’nin Glass Bead Game’i, diğeri de Barış Bıçakçı’dan Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Her ikisi de muhtelif fakat çoğun benzer sebeplerle müteessir ve yer yer sağanak geçişli okuma anları yaşattı bana. Bu dokunaklanmalar orta yaş sularının orta yerinde patlayan bir su borusunun eseri mi, yoksa salt eserlerin edebi gücü mü, orasını kendi başıma takdir edebilecek kadar profesyonel bir okur değilim çok şükür. En amatör hislerimle okumayanlara tavsiye ediyorum her ikisini de.*
Belki de çorap söküğü, domino yıkığı ruh halim beni daha hassas yaptı. Algılarım amansız bir perspektif kaymasının istilasına uğramıştı zira. Bu kaymayı şöyle açıklayayım: başımı nereye çevirsem, gördüğüm herhangi bir şeyden, yaşadığımız dünyanın yaşanılmaz, katlanılmaz, kabul edilemez haksızlıkları, çirkinlikleri ve umursamazlıklarına doğru tümevarma refleksim günümün her dakikasına sirayet etmişti. Bir sinemacının izlediği filmden, bir müzisyenin dinlediği müzikten ‘herhangi biri' gibi zevk alamaması; bir psikoloğun etrafındaki insanları potansiyel ‘hastalar’ olarak görmesi (Özge böyle olmadığını söyledi ama olsun) gibi örneklerin ötesinde; bir felsefecinin alelade günlük işleri bile bir varoluş buhranın dönüştürmesi gibi patetik bir noktaya vardığımı düşünür olmuş; hatta varmıştım. (hayır, felsefeci olduğumdan değil ama, ‘-mış’ kısmı biraz kuşkulu). İyi güzel de, kitaplardan, romanlardan açtığım konuyu niye böyle sulandırdım, değil mi? Aslını isterseniz zaten anlatımlarına, karakterlerine, vs girmeye hiç niyetli değilim burada. Arada onları konuşturup, ıkıntılarıma merhem mezesi ederim belki diye düşünüyorum sadece. Deniyorum bak…
Yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu, yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. Yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir.
Philosophizing should be done only with legitimate tools, those of philosophy. Our Game is neither philosophy nor religion; it is a discipline of its own, in character most akin to art. It is an art sui generis.
Ek olarak, yine zihnimde zaman ve kaynak aşımına uğramış bir söz:
Gökyüzünde gördüğüm yıldızların o anda orada olmadığını bilmem, onlardan haz almamı engellemez.
Hani birçok yıldız bizden bilmemkaç ışık yılı uzakta ve dolayısıyla göğe baktığımızda gördüğümüz bir yıldız bilmemkaç yıl önce, belki biz daha çocukken çoktan yok olmuş olabilir ya, hah işte… Bunu bilirsen ve bunu düşünmekten kendini alıkoyamazsan bu hazzını öyle bir engeller ki, şaşar kalırsın. Hele acemi ve çaresiz hissetmene neden olan düşündüğün başka şeyler de varsa ve bunlar yıldızların aslında orada olmadığı ve hatta yıldız diye bir şey olmadığı; varsa da bunun ancak melûn bir dizgenin parçası olarak varolduğu fikrinden kopamıyorsa... Benzer çıkmazda bir iktisatçıysan, ya da daha fenası saplantılı bir Marksist falansan mesela; baktığın her şeyde üretim ilişkilerini, emek sömürüsünü ve sair şeyleri görmez de ne yaparsın… Dahası ve asıl önemlisi, bunları görür de ne yaparsın? İşte bütün mesele bu…
Aldatılmışlık hissi çok kötü bir şeydir ve çok bilen çok yanar, çok yanılır. Azaltmak için HH’nin yukarıdaki cümlesinde ‘Game’ yerine 'to live' koyarak okumak faydalı olabilir. Ama yine de bir şeyi bilmek, öyle yaşamayı becerebilmek anlamına gelmiyor işte; ne çare…Nam-ı diğer, naçar!
Öyleyse, albüme adını veren parça tüm biçareler ve kendini biçare hissedenler için BB'den gelsin:
Tahta kaşıkla tencereyi karıştırırken omzunun üzerinden, yan apartmanın akşam güneşiyle turunculaşmış pencereleri görünüyordu. Mutfağın balkon kapısı açıktı, balkona çıkarken benim burnumu senin alnını gıdıklayan tül perde hafif bir rüzgârla dans ediyor, dışarıda çocukların topluca bir oyuna kalkıştıkları seslerinden anlaşılıyordu. Kaçıp kovalama çığlıkları, alkışlar, arka arkaya bağırılarak sıralanan isimler (…) Mutfak iyice karanlık olmuştu. Ocağın alevi tencerenin altından mavi-beyaz, solgun bir ışık yayıyordu. Sokaktan hâlâ çocuk sesleri geliyordu. Ayakta hareketsiz duruyorduk. Her şey çocukça ve çok keder vericiydi. Aklıma sevdiğim bir romandan bir cümle gelmişti. Kaderin bizi başrole taşıdığı, ikimiz dışında her şeyi cılız bir manzaraya dönüştürdüğü o anda, cümleyi kendimce yeniden kurdum: Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.
Bu çaresizlik alıp başını yürüdüğünde, adeta geri dönülmezcesine sardığında bünyeyi, iki tarafından tırnaklanarak kanatılmamış bir yaşamak mümkün müdür hâlâ? Bilmiyorum (bak akıllandım).
Pişman desem, değilim, bir harmanım bu ara. Yalnız desem, o da değilim. Bazen yalnızsızlıktan mı diye geçirdiğim bile oluyor. Öyle ya da böyle, bugünlerde içimden hiçi hiçime kurduğum sessiz cümlelerde çıldırmak sözcüğünün geçtiğini duyar gibi oluyorum. Öyle olunca da bu kez üçüncü bir kitaptan bir kısım çıkageliyor, bu kez MM'den:
Deli, dostunu bulamayan kimsedir. Yalnızlık, deliliğin hammaddesidir. Bir muhatap bulunca, deliliğin çemberinden çıkarız. Mesela kendimi mum sanıyor olsaydım ve biri de cereyanlar kesilince beni yaksaydı, delilikten yırtardım.
Yok canım, o kadar da değil, diyorum kendime. Ama bunu daha kuvvetli söyleyebilmeye ihtiyacım var. Hemen ardından geçen sene Beril ve Aylin’le bir kitapçıda gördüğümüz acı-komikli kartpostal ve üzerindeki cümle düşüyor aklıma.
Between me and insanity stand my friends

Sağolsunlar, oradalar da, ‘insanity’ üçlü dizilişte bir adım öne fırlamak için fırsat kolluyor sanki. Ay, güneş ve dünyanın aralarındaki karanlıklı oyunları düşünün: İnsan tutulması karanlığı, isli camlarla seyredilip keyif alınacak bir şey olmasa gerek. Aa, ama Güneş de bir yıldız nihayetinde, değil mi?
Çıldırmak ve yalnızlık deyince, daha önce burada tam metnini paylaştığım konuşmasındaki sözleri geliyor Ünal Hoca’nın, Ulus için söylediği:
Seçkin yalnızlık kolaylıkla acılı yalnızlığa dönüşebilir… Çünkü seçkin yalnızlığın içinde ne kadar zahmet çekerse çeksin insan, eğer bunu birileriyle paylaşmazsa, bir duygu ve söz cemaatiyle bunu paylaşmazsa, sözleri orada dolaşıma girmezse, çıldırabilir.
Bunu üzerine bir merakla açıp ‘seçkin yalnızlık’ tarifine bakayım diyorum. Acaba bu belli bir zata ait olan, üzerine derli toplu kelamlar ettiği bir tabir mi diye. Ekşisözlük’ten tek maddelik bir sayfa çıkıyor karşıma, yine Ünal Hoca'dan bir alıntı; daha fazla kurcalamaya elim varmıyor:
her alanda hakiki bir ‘yaratı’nın gerçekleşmesi için ‘olmazsa olmaz’.
'seçkin yalnızlık' denen şeyi gerçekten ‘seçkin’ kılan en önemli özellik, onun kendi özgezamanını (“zaman olmayan zaman”), dolayısıyla da “yaratma” olanağını nerdeyse bir “oyunsuluk” coşkusuna da yol açarak üretiyor olmasıdır...

Sahi, dışarıdan sesi gelen çocukların çaresizlikten mustarip olmadığını nereden çıkarıyoruz?
Şu anda ölmekte olan bir yıldıza bizim yaşımıza geldiklerinde bakabilme ihtimallerinden mi?
Sanmam.






* BBÇ'yi okuyanların ve/veya filmi izleyenlerin daha çok olduğunu tahmin ediyorum. Ben filmi görmedim henüz, aman aman bir niyetim de yok açıkçası. Her ikisini de yapmamış olanlar için her ihtimale karşı önce kitabı tavsiye etmiş olayım. GBG'nin Türkçesi Kamuran Şipal çevirisiyle Boncuk Oyunu olarak yayınlanmış. Neymiş ne değilmiş fikir edinmek isteyenler için wiki ve ekşi sayfaları bir tık ötenizde. Radikelden kısa bir tanıtım yazısı ve kitaba konu olan hayali oyuna vakfedilmiş şu site de müessesemizin ikramı. İlginizi çekerse bir okuyun, daha sonra ayrıca konuşalım kitaplar üzerine. Şimdi burada kendi kendime atıp tutmayayım ben.

18 Ağu 2011

KANIKSA-MA


SAMAN: Tadı vardır, ama yoktur. Tatsızın ne olduğunu bilmek gerekir tanımak için. Kağıdı ve sarısı meşhurdur. Sarısının da sıcağı… Zamanı gelsin diye saklanır da saklanır.

KAN: Soğuğu ve sıcağı olur; duranı ve akanı... Kan dondurucu şeylerin çoğunda sıcak ve akışkandır. Soğukkanlılık iyidir. Ne ki insanlıktan çıktığında kış uykusu bekler seni kapıda.

ISKA: Benliğin tüm duvarlarını kaplayan bir dart tahtasının üzerinde açılmış duvar deliklerinden tanınır. An, geri kalan tüm hayatı ıskalamanın evidir. Sonsuzun tam ortası olmaz, elden bir şey gelmez.

KANIK: Sonsuz susuzluğunu bir süreliğine unutmuş kişiye verilen addır. Bu zatlar için ‘ma’ ancak bir ek olabilir. Rakıya kanmak için şişesinde balık olmak isteyenine Orhan Veli denir.

ANI: Onsuz yapılamayan bir şeye benzer. Bir çift güvercin havalandığında duyulan yanık karanfil kokusudur işte. Kan renginin ve kanat çırpıntısının en hakikisidir.

KANI: Kana-at, nam-ı diğer sanı. Dünyalarımızın ekseni. Uğrunda namlar salındığı, sanlar alındığı vakidir. Âdemi hakikatten yalıtır.

AKIM: Ancak farklı uçlar arasında cereyan eder ve yalnızca iletkenler çarpılır – ne çare…

AKSAK: Çarpık gibi bir Timur... Düzenin dışına sıçrayan balık… Kıymetini bilmek gerek.

KISA: Şıpın işi bir sessiz dayatmadır. Kısa diye bir hayat yoktur misal. Kısa kesilmiş çokluklar ve çokcuklar vardır olsa olsa.

AKSAM: Kısımın çoğulu, akşamın oğulu, düzenin hısımıdır. Dikkat ederseniz her sessiz harf düşmez.

SAKIN: Neden sakındığını bilmek ihtiyattandır, bilmemek mahkûmiyetten.

SANIK: Sandalyesi olur; olur ki ayağa kalkabilsin. Hakkımızda sanılanlar bizi olduğumuz yere çiviler. Her ayaklanma bir sanı kırma teşebbüsüdür.

ASKI: Otururken hayallerini emanet ettiğin vestiyerde çok vardır bunlardan. Veresiye ile vestiyer arasındaki benzerlik boşuna değildir.

SIKMAK: Nedense haz alınır, sıkıntı verilir. Oysa yağlı urgan da sıkılır, üzüm de. Bir ada sözünün dediği gibi: Çok sıkan candan, az sıkan andandır.

MAKAS: Körü olur; badem özlüsü olur. İlmeği kesti mi can, damarı kesti mi kan çıkar.

AMAN: Yaydan çıkmış okun geri dönme arzusudur.

AMA: Bazı arzular nafile, tüm çıkışlar arka kapıdandır.

10 Tem 2011

Gıcırtı


Sanki ilk gelişimdi bu eve. Tahta merdivenleri tırmanırken basamaklar gıcırdadı. Mıntıkasına bir yabancının yaklaştığını sezen köpekler gibi. Sahibine gıcırdamaz ahşap basamaklar; çünkü duymaz sahip, basıp geçer. Ama ben duydum işte. Belki sahipsizliğimden, belki yabancılığımdan...



Mahrem

- Merhumu nasıl bilirdiniz?
- Sana ne!

2 Tem 2011

Saklasam ânı, gelir mi zamanı?

Evet, minimal bir tünelden geçmekteyim sanırım bu aralar. Az biraz kayıtsızca...

Hayır, yazmıyor değilim. Yani burada oluşan esleri açıklamak icap ederse… İçimden yazıyorum da, yazdıklarımı buraya taşıyacak kadar kayda değer bulmuyorum, diyelim.

Hepsi bu; hemen hemen…

Es.

2 Haz 2011

Kızarmış Camlar Havada İnfilak Edende

Başlıca iki sebepten gidip gidip geldi son günlerde bu yazının başına oturma motivasyonum. Biri bünyevî, diğeri dünyevî. İlki, bünyemi hiç de alışık olmadığı şekilde aralıksız 8-9 hafta sonu boyunca uzuun (ve haliyle ak olsun kara olsun ciğer düşmanı) gecelere maruz bırakmışlığıma bakılırsa hiç de şaşırtıcı olmayan, üstelik mevsim normallerine de ziyadesiyle uygun gribal durumum. Diğeri ise, “ha birazdan yazayım, ha bu akşam yazayım” deyişlerimin arasında gazetede okuduğum bir haber, sanal ortamlarda gördüğüm iki satır serzeniş, ya da televizyondan yüzüme çarpan kısacık bir görüntü hasebiyle dünya ve memleket hallerini hatırladıkça; sazlı sözlü bir şeyler yazma hevesimin kursağımdan gerisin geri inmesi.

Nağmeli satırlara girmeden evvel son haftaların kayda değer diğer gelişmelerine değinmek gerekirse: 1,5 senelik bir aranın ardından geçtiğimiz hafta 5 günlük bir Ankara havası alındı, her şeyiyle. Ankara’nın şehri gerçekliğinden duyacağım olası bir rahatsızlığın boşa çıkmasına bakılırsa, sandığımdan daha güzel geçti. İnsanları ve muhabbetleri söylemeye zaten gerek yok. Bir de son gününde kara deryalardaki bir fenerin ışıldaması, iyice gönlü ferah dönderdi beni gurbet ellere. Ankara öncesinden süre gelen ev arkadaşı değişim sürecindeki belirsizlik de geçtiğimiz Pazar günü bir Fransız insanı olan Julie’nin Steven’ın ikametini ikamesiyle sonlanınca, bu hafta gönül rahatlığıyla hasta olup yatmak kaldı bana da…

Tüm bunları bir kenara koyarsak, hayatımın en başat rengârengini nispeten üst üste gelen konserler oluşturdu son haftalarda. Şimdi üzerine konuşulmasını en saçma bulduğum bir şey olan müzik üzerine konuşur gibi yaparak, üstelik musikifuruşluk yapıyor görünmeyi de göze alarak bu konserlerden notlar paylaşmak istiyorum sizlerle. Hiçbiri öyle kıyıda köşede kalmış isimler olmasa da, aslında söz konusu müzikleri ve müzisyenleri paylaşmak da diyebiliriz.

Tarih: 13 Mayıs Cuma. Haberdar olduğum günden beri gitmek istediğim ve yaklaşık 15 gün öncesinde “biletlerini şimdiden alayım da son güne bırakırsam bu depresif kafayla hayatta kalkıp gitmem ben” muhteşem motivasyonumla biletlerini almış olduğum, ve iyi ki de öyle yapmış olduğum iki konserden ilki. Sanatkârımız minimalist eserleri ve yaptığı muhtelif film müzikleriyle maruf Philip Glass.

Yer, pop/rock/alternatif sularında Amsterdam’ın en önemli iki konser mekânından biri olan Melkweg. İş çıkışı eve gelip yemeğimi yiyor ve Ponty’ye atlayıp konsere gidiyorum. Konserin başlamasına yaklaşık 20 dakika kala biramı alıp bir kenarda otururken iki şey fark ediyorum: üzerimdeki ceket ve ritm tutmadaki duyusal geçişkenlik.

Ceket aslında önemsiz bir ayrıntı, ama nedense hayatımda ilk kez kendi irademle ceket giyip bir konsere gelmiş olduğumu ayırtsıyorum. Az şey değil; 30 yıldır ilk kez.

Diğeri, bekleme sırasında çalmakta olan cansız müziğe elimdeki bira şişesine parmaklarımla vurmak suretiyle eşlik ederken dank ediyor (Dank u wel!). Bir an için, 7-8 yaşlarımdayken duyularımla ilgili şüpheciliğimi ve bunun beni sürüklediği saçma ampirik arayışlarımı hatırlıyorum. Şöyle ki, o yaş kafasıyla, okulda bize öğretilen beş duyu ve ilgili organların uygunluğundan şüphe edip, her biri için daha uygun uzuvlar olabilir mi diye arayışlara kalkışıyorum. Mesela kokulu bir şey elime alıp, vücudumun muhtelif bölgelerinde dolaştırıyorum. Belki onu burundan daha iyi koklayan bir yer çıkar diye. Ya da acı bir şeyi elimle, dirseğimle, yanağımla yokluyorum; hani dilden daha iyi tat alan ama keşfedilmemiş bir bölge vardır belki. Deneyler o zamanlarda okulda öğretilenlerin sağlanmasıyla son buluyor. Ama o kadar da son buluyormuş demek ki ki, Glass konseri beklentisinde parmak uçları şişeye ritmik olarak konup kalkarken, işte, diyorum, tamamen yanılmamışım. Kulaktan gayrı dokunarak da işitmek mümkün müziği, en azından ritmi. Galiba seviniyorum.

Derken konser başlıyor. Deney bitti, gözlerim açık. Yetmiş beşlik Glass amca olduğundan 20 yaş daha genç gösteriyor. Solo piyano bir eseriyle başlıyor. Sonrasında sadece kendisinin çalmadığı, mahalli sanatçıların onun bestelerini icra ettikleri bir formatta ilerliyor konser. Sözde buralı ama belli ki aslen Uzakdoğulu bir kadın Arpçı, ilk üç Metamorphosis’i çalıyor. Çok etkileyici. Sonrasında asap bozucu ‘süper yetenek’ ekolünden genç bir kemancı birkaç parça çalıyor. Zaten solo keman pek sevmiyorum, bir de böyle zevzekler olunca bilet parasının bir kısmına yazıklanasım geliyor. Geçiyor. Birkaç parça da piyano eşliğinde gospelimsi bir koro tarafından icra ediyor. Arada Glass, Allen Ginsberg’in kendi okuduğu savaş karşıtı şiiri “Wichita Vortex Sutra” üzerine şiirden mülhem bestesini çalıyor. Yabancı dilde bir şiirden ilk defa bu kadar etkileniyorum. Dance, konserin son şarkısı oluyor.

Konser bitince Glass’ın yaptığı müziği bir anlamda kolaycı gören ve yeterince çeşitlenmediğini düşünen görüşleri daha iyi anlıyorum. Sanırım bu zaten biraz da minimalizmin kendiyle ilgili bir tartışma. Öte yandan müzikte ‘az’ın ve tekrarın ne kadar kudretli olabileceğini az çok bilen doğulu kulaklar için Glass’ın yapıtının genelinde müthiş bir çarpıcılığı olmadığı da söylenebilir, orası da öyle. Ama şurası kesin ki vakt-i zamanında yaptığı çok iyi besteleri var bu abinin. Şiddetsizce tavsiye ediyorum.

Diyor, hoop, tam bir hafta sonrasına, Ankara’ya uzanıyoruz.

Ankara’ya gidiş öncesi o tarihlerde ne varmış ne yokmuş diye bakınırken gözüme iliştiydi Gevende konseri. O nispette dinlemesem de çok takdir ettiğim ve daha evvel sadece bir kez canlı dinlediğim, şeker parçası bir grup kendileri. Canlı performansları müziklerine yaraşır derecede başarılı. Fakat konsere gitmek nasip olur muydu, bilmiyordum; nasipti adı üzerinde, oldu. Pelin ve Ozan’la birlikte, eski Ankara günlerinde olduğu gibi, değişmez ön grubu kanda dolaşan votka olan bir Nefes konseriydi. Grubun yeni albümü çıkmış, oracıkta haberim oldu. Adı “Sen Balık Değilsin ki.” Dans etmekten yorulup soluklanmak için duvar dibindeki uzun oturaklara oturduğumda yanıma düşen Ankaralı genç de benim gibi yeni haberdar olmuşmuş albümden. Biraz geç kaldığımızdan kelli “şunu çaldılar mı, bunu çaldılar mı” yollu muhabettin devamında öğrendim. Fakat o sırada, konserin sonlarına doğru kendisiyle daha ilginç bir diyalogun beni beklediğini bilmiyordum elbette. Yine bir soluklanma anımızda, Pelin’le daha önce yine aynı mekanda iştirak ettiğimiz Nekropsi konserinden bahsetmiştik ki, yancı arkadaş kulak misafiri olmuş. Kulağıma eğilip şöyle dedi: “Duydunuz değil mi, die neu Papa ist Deutsch.” Duymuştuk tabii, duymaz olur muyduk? Daha fazlasını da biliyorduk hatta. Sorusuna evet der gibi başımı salladıktan sonra kendisine eğilip, o da bir şey mi, der gibi bir tavırla ekledim: “Er sogar Bayerisch.” Konuşmamız, ilgili şarkı sözünü hatırlayanların tahmin edebileceği üzere, çocuğun “Mein Papa hat gesagt” ve benim ona mukabil “das er ein Panzer ist” cümlelerimizle noktalandı... Velhasılı, Gevende Eskişehir’den çıkmış en güzide gruplardan biridir.

Kurak A’dan tekrar dönüyoruz sulak A’ya. Ankara dönüşümün iki gün sonrası, hava değişimi yorgunluğunu henüz üstümden atamamış, hastalanmaya çoktan başlamışım. Ama gelin görün ki çook önceden alınmış biletlerin ikincisi söz konusuydu. Bu kez bir Çarşamba akşamı, buranın diğer büyük konser mekanı olan Paradiso’ya sürükleniyorum. Yine Ponty’yle, yine tek başıma, ama bu sefer ceketsiz. Bu kez bambaşka bir müzikal tınıya düşüyor yolumuz. Bol gitarlı ve gürültülü, fakat aslen sakin huylu müzikleriyle karşımızda Amerikalı meşhur ‘post-rock’ grubu Explosions in the Sky – nam-ı diğer EITS.

Sınırlarından içeri adım atılmış grip kafası, bu kafayla ben bu konseri nasıl kaldırırım sorularını da beraberinde getiriyor elbet. Konser başlayana kadar somurtuk ama mümkün olduğunca pozitif bir şekilde oturup ön-icracı deneyselci bir amcayı dinliyorum. EITS’nin sahne sırası geldiğinde ayağa kalkmak farz oluyor. Sonrasında konser sazı eline alıyor ve yer yer salınımlı ve içten kafa sallamalı eşliklerle müziğe teslim oluyorum. Yanımda konuşabileceğim biri olsa muhtemelen şu cümleyi kendisine söylerdim: Herifler iyi çalıyorlar yahu! Fakat gelin görün ki Ankara’da iki oralı insan arasında Almanca muhabbetlerin yolunu açabilecek kadar cilveli olan kader burada o işlere girmiyor. Girmesin de zaten, böyle iyi… EITS sahneye çıktığında “Merhaba, biz EITS, Teksas’tan geliyoruz,” konser boyunca bir-iki şarkı arası teşekkürü ve bitiminde “EITS’ı dinlediniz, teşekkürler” demek dışında tek kelam etmiyorlar. İcralarına ilaveten kendilerini daha çok sevmek için bir sebebim daha oluyor. Zaten bana kalırsa iyi müzisyenler ve iyi yazarlar işlerini yaparken veya işleri hakkında konuşmasınlar; ne gerek var, değil mi ama… Konser çıkışı terli terli sıcak bir sigara içiyor ve Ponty’ye atlayıp yüzüme çarpan rüzgar eşliğinde eve dönüyor, böylece yorgan döşeğe giden yolda bir adım daha atmış oluyorum. Ama en azından en çok Replikas ve (nur içinde dinlensin) Dandadadan konserlerinden aşina olduğum o konser çıkışı yüzde aptal gülümsemeli beyin uğuldaması duygusunu buralarda da bana yaşatan müzik tanrılarına şükrediyorum. Şükrederken aklıma EITS tarzı müzikler için kullanılan şu post-rock etiketi geliyor. Rock değil yani bu, post-rock. Neden peki? Neymiş efendim, post-rock aslında rock enstrümanlarını kullanarak rock dışı tarzlarda müzik yapmak falanmış, öyle bir şeymiş… Bu tanıma oldum olası aklım yatmamış olsa da (zira çocukluğumdan beri post-rock dinlerim ben, başka müzik tanımam yani…), kafamda bir ‘post-modernizm’ –ki onun da ne idüğünü tam olarak anlamamışımdır bir türlü– açılımına vesile oluyor: Modernizmin araçlarını kullanarak modernist olmayan şeyler yapmak. Tebessüm ediyorum.

Ve geldik monşerin dört atlısı konserlerin sonuncusuna. İlk albümlerinden bu yana beğenerek dinlediğim, Ankara’da ikamet etmekte olduğum zaman zarfında Türkiye’de sadece bir kez, o da İstanbul’da bir Cuma günü konser veren, işten izin almamın mümkün olmadığı o dönemde konsere gidebilmek için şirkette üstüm olan şahsa durumu anlatıp İstanbul’da bir müşteri görüşmesi ayarlattığım, ancak gitmeme bir gün kala görüşeceğim şahsın trafik kazası geçirmesi neticesinde apışıp kaldığım ve canlı izleme şansını yitirdiğim; ben ayrıldıktan sonra ise Ankara ve İzmir dahil Türkiye’de defalarca konser vermiş olan sevgili Fatima Spar und die Freedom Fries. (İkinci albümleriyle birlikte “und die” yerini “and the”ya bıraktı ama yanlış o!)

FSFF konseri geçtiğimiz Cumartesi, buraya trenle yarım saat mesafedeki şirin öğrenci şehri Utrecht’te. Bu kez yalnız değilim; Haydar ve arkadaşı Turan da var. Konserden 3-5 saat önce buluşuyoruz ki akşama kadar içip coşalım, yol alalım. Tabii ben artık basbayağı hasta bir insanım o esnada, yatsam yatarım, o derece. Ama hiçbir şey yokmuş gibi davranılacak, o konsere gidilecek, gerekirse iyice hasta olunacak ve gece eve dönüp antibiyotiğe başlanacak; planım bu (ki eksiksiz uyguladım planı). Havanın güzel olduğu söylenemez, kapalı, yağmurlu ve rüzgarlı, bok gibiden hallice yani. İstasyonda buluştuktan sonra bir şeyler içmeye başlamadan önce biletleri alalım, aradan çıksın diyoruz. Mekana uğruyoruz ki sadece gişe değil, kapılar da kapalı. Çaresiz kapının yanında gördüğümüz zile basıyoruz. Gençten bir kadın bize kapıyı açtıktan sonra kendini tanıtıp teker teker el sıkışıyor bizimle. Biraz şaşkın, biz de kendimizi tanıtıyoruz, ne kadar misafirperver bir mekanmış diye geçirerekten. Neden sonra bilet almaya geldiğimizi söyleyince, kadının bizi grup elemanı sandığı ortaya çıkıyor, gülüşüyoruz. Gişe konserden bir saat önce açılacağı için bu küçük VIP karşılamanın ardından bilet alamadan oradan ayrılıyoruz. Döndüğümüzde beklenen yolu almış bulunuyoruz. Haydar en önde koşanımız gibi görünüyor, ama hepimizin keyfi yerinde. Biletlerimizi alıp giriyoruz. Önce Romengo adında Çingene müziği yapan Macar bir grup var. Ben enerjimi FSFF’e saklarım diye düşünürken birkaçıncı şarkıda kıpırdanır vaziyette buluyorum kendimi. Arada terli terli kapı önleri falan, onları geçiyorum artık. Sonrasında Fatimagiller geliyor, başlıyorlar çalmaya, başlıyoruz hopzıpa. En ‘swing’ parçalarda bile hayatımın müziği svingmişçesine dans ediyorum. Grup albümden işitildiklerinden de şeker, Fatima mini minnacık fakat asla yerinde duramayan bir sempatiklik abidesi olarak sahnede yaşıyor. Konser sonunda herkes mutlu. İlk kez dinleyenler bile kendini şanslı hissediyor. Hatta aramızdan bazıları Fatima’ya öpücükler göndermekten kendini alamıyor J. Barcelona’nın kupayı kazandığını öğrenmenin de verdiği keyifle konser sonrasında bir süre daha dans ediyoruz. Nihayetinde sıfır kurtla çıkıp evlerimize dönecekken, mekanın girişinde karşıdan gelen Fatima’yı görüyoruz ve kendimizi ayak üstü muhabbet ederken buluyoruz kendisiyle. Müziklerinin ‘Gypsy’ olarak sınıflandırılmasından kendisinin de rahatsız olduğunu öğreniyoruz, seviniyorum. Davulcunun yakında gruptan ayrılma ihtimali olduğunu söylüyor, üzülüyorum. Avusturya’dan sıkıldığını, İspanya’ya taşınma planları olduğunu anlatıyor. Gurbetçi muhabbeti yapıyoruz. Bir ara –laf oraya nasıl geldi hatırlamıyorum– bozuk Türkçesinden ve Türkçe söylediği şarkıları anlayamadığımdan dert yanıyorum. Şarkı sözlerini internete falan koyun bari, diyorum. Tam o anda pot mu kırdım acaba diye geçirirken şöyle bir cevap veriyor: “Ay valla yazıyorum ben sözleri de bir türlü koyamadım siteye, ama yakında koyacağım mutlaka.” Rahatlıyorum. Hep beraber gülüyoruz bir kez daha. (En az birer kez) öpüşüp sarıldıktan sonra, bir sonraki konserde buluşmak üzere oradan ayrılıyoruz.

O gece mutlaka antibiyotiğe başlamam ve sonraki gün de odamı taşımam gerektiği için saate ve yorgunluğa aldırmadan, ayakta halk otobüsü tıklım tıkışlığındaki trene atlayıp eve dönüyorum.

* * *

Dün ve bugün yeni yeni kendime gelmeme bakılırsa hastalanma planımı eksiksiz, hatta fazlasıyla hayata geçirmişim belli ki. Ama hiç değilse kulaklarım duymuş, ruhum doymuş. Afiyet olmamış, olsun varsın. O da olur zamanla.

29 May 2011

Heidegger Konuşuyor, Taşlar Susuyor


Gelmeyen Godot yazısının yazımı esnasında düşen vakt-i evvellerden biri olan, neden sonra rastladığım bölük pörçükçe bir Heidegger konuşması. Aslında videoyu ve tercümesini buraya koymaktan çoktan vazgeçiştim ya, vazdan geri geldim. Vazgeçmişlikten vazgeçişten medet umarak, tekrar dönebilmek için buraya.

Sonra araya bir Kaygusuz girdi - ki hâlâ da arada - o da vakt-i taze olarak ucuna eklendi üstadın gevezeliklerinin, böyle oldu.


‘Bir malumat aracı olarak dil’ mefhumu bu aralar ağırlığını iyice hissettiriyor. İnsanoğlunun dil ile ilişkisi, sonuçlarıyla yüzleşmeye henüz hazır olmadığımız bir dönüşüme uğruyor. Bu gidişat doğrudan müdahale ile durdurulacak gibi değil. Dahası, süreç sessiz ve derinden ilerliyor.

Bildiğimiz gibi gündelik hayatta dil anlaşmanın bir aracı olarak görünür ve öyle de kullanılır. Fakat dil ile gündelik olanın dışında ilişkiler de kurulabilir. Goethe bu farklı ilişkileri ‘daha derin’ olarak niteler ve şöyle der dil için: “Dili normal hayatta eğreti bir şekilde kullanırız çünkü yalnızca yapay ilişkilere işaret etmekteyizdir. Fakat ne zaman ki daha derin ilişkiler söz konusu olur, işte orada aniden başka bir dil ortaya çıkar: şiirsel olanın dili.”

Hem düşünce yaşantımın hem batı felsefesinin dönüm noktası olan batı düşünce tarihi üzerine tefekkürüm bana geçmişte bir sorunun asla sorulmamış olduğunu gösterdi: varlık sorusu. Oysa bu can alıcı bir sorudur, zira batı felsefesine baktığımızda insanın varlık ile ilişki halinde olduğunu ve varlığa tekabüliyet ile var olduğunu görürüz.


Düşünmenin Görevi Üzerine, 1964

Benim anlayışıma göre bugünlerde düşünmeye düşen görevi öncekilerden farklı kılan, yeni bir düşünme yöntemi gerektirmesidir. Bu yöntem yalnızca insanlar arasındaki dolaysız diyalogda kullanılabilir ve bu yönteme ancak uzun temrinler sonunda ulaşılabilir. Belki düşünüş içindeki görme denebilir buna. Buna göre, böyle bir düşünme şu an için sadece birkaç kişi tarafından icra edilebilir ve ancak daha ileride farklı eğitsel alanlar aracılığıyla başka insanlara aktarılabilir. Size bir örnek vereyim. Bugün herkes, işleyişlerindeki fizik yasalarını ya da bu yasaları bulmak için kullanılan yöntemleri bilmeksizin bir radyoyu veya televizyonu çalıştırabilmektedir. Günümüzde bu yöntemlerin özüne vakıf olanlar beş veya altı fizikçiden ibarettir. Aynı şey düşünmenin görevi için de geçerlidir.


Karl Marx ve Dünyayı Değiştirmek Üzerine, 1969

Dünyayı değiştirme talebi mevzusunun geçmişi Karl Marx’ın Feuerbach üzerine Tezler’inde yazdığı o meşhur cümleye kadar uzanır. Bu cümleyi, yanlış yapmamak adına, orijinlinden okuyacağım: “Felsefeciler muhtelif biçimlerde dünyayı sadece yorumladılar, fakat aslolan onu değiştirmektir.” Şimdi bu cümleyi alıp olduğu gibi doğru kabul edersek, dünyanın değişmesinin önkoşulunun dünyanın kavranışındaki değişim olduğunu ve dünyaya dair bir kavrayışa ancak yeterli yorumlama ile varılabileceğini ıskalamış oluruz. Bu da demek oluyor ki Marx, dünyayı değiştirmeye yönelik talebinde bulunurken dünyanın belli bir yorumuna dayanmaktadır. Dolayısıyla bu cümlenin temelsiz bir cümle olduğu ortaya çıkıyor. Alenen felsefeye karşı söylenmiş gibi bir intiba uyandırmasına karşın, ikinci kısmında zımnen felsefeye olan ihtiyaca işaret ediyor.


Din Üzerine, 1964

Bana sorarsanız insanlar – örneğin komünizmde – tam da bilime inandıkları için bir dine mensupturlar. Modern bilime sorgusuz sualsiz inanmaktadırlar. Bilime duyulan bu koşulsuz inanç, yani bilimsel sonuçların kesinliğine duyulan güven bir imandır ve bir bakıma kişinin tekil varoluşunu aşan bir şey, dolayısıyla bir dindir. Bana kalırsa hiç kimse dinsiz değildir ve her insan bir şekilde kendini aşmaktadır ki bunun anlamı da şudur: çılgınlık.




* * *
Denizin de bir ömrü var. Her mevsimsel çevrimde ölüyor, derken başka bir deniz doğuyor yerine. Kumsaldaki taşlara bakarak pekâlâ okunabilir denizin soyağacı. Taş, kumsalın en eskisidir çünkü; kayaların kumla akrabalığını pürüzsüz yüzeyinde bir dert gibi taşır. Issızlığın kadim bilgisine sabırla bekleyerek erişmiştir. Taşın da bir ahlakı vardır, evet. İnsankişinin katlanamayacağı durmaklığa içkin bir ahlak kakılmıştır bünyesine. Taş taşlaşmakla önceki denizini yitirmiş, yitireceği hiçbir şey kalmamış bir kimsedir. Kumlaşıncaya değin yeniden doğan denizlere bakacaktır hep. Bu yüzden, işte tam da bu yüzden, asla kumsaldaki taşları toplamamalı. Yoksa ölürler. O kusursuz yuvarlaklığını, büyüleyici camsılığını ele geçirmek istediğimiz her biri, eve götürünceye değin matlaşıverir. Kısacası, terbiyeli olmalı. Suyun tuzla güreşmesini izlemek için denizi işitmeye bırakmalı taşı.
(Yere Düşen Dualar, s.59; Sema Kaygusuz)





9 Nis 2011

Memento Nulli

Meslek icabı gün boyu ekrandaki metinler üzerinde bol bol imleç sallıyorum. Bana imlemedeki yardımlarının ufak bir karşılığı olarak belki de, arada başıboş gezintilere çıkarıyorum imleç efendiyi harfler arasında, çoğu zaman gayrı ihtiyari... Son günlerde tesadüfî bir buluşmanın sıklığının giderek arttığını fark ettim – uzaktan bakılınca pekala büyük I sanılabilecek olan dikey doğru parçası kisvesindeki imleç ile “o” harfinin buluşmasından bahsediyorum. Bir diğer buluşma da bakışlarım ve beynim ile ortaya çıkan geometrik manzara arasında yaşanıyor elbette. Sonra o gereksiz zihinsel geçişler silsilesi genişleyerek bu saçma yazıya kadar uzuyor.

Evet, I imlecinin “o” harfçiğiyle öpüşmesi, Φ imini meydana getiriyor, ben de öyle bakıp düşünüyorum her seferinde. Aa, Yunancadaki Fi harfi diyorum, fi tarihinden kalma harflerin en güzeli. Sonra diyorum ki, bir de boş küme tabii. İçinde hiçbir şey olmayanın sembolü… Aslında daha matematiksel bir dille söylemek gerekirse, içinde hiçbir şey olanın... Her şeyin alt kümesi olan, ama altında hiçbir başka küme olmayan, olsa olsa sonsuz tane kendisinden olan o şeyin.

Sonra hikayeyi bir adım daha öteye götürüp ‘cursor’ diye düşünüyorum, ‘lanetleyici’ mi demek acaba bir yandan? Valla görünüşe bakılırsa bu fantezi hiç de inanılmaz durmuyor. Baksanıza kendi halindeki o harfi öpmesiyle hiçliğe nasıl da yuvarlayıverdi o’nu lanet olasıca!

Ama güzel buluyorum işte Φ işaretini. Hem hatırlıyorum, (Fluxus’ın F’si münasebetiyle olsa gerek) hem manyetik hem optik akış birimini imlemek için de kullanıyordu bu sembol fizikte. Boşlukta akan ışık; ilerleyen dalgalar – ışımaya dikilmiş boş bakışlar ve sair şeyler…

Ardından gerçekliğe yumuşak bir dönüş yapmak için belki, kendimi söz konusu sembole dair malumat içeren internet sayfalarında buluyorum. O da nesi! Meğer o boşluk simgesi olan “lanetli o” ile Yunancadaki malum harf arasındaki ilişki bir cisim benzerliğinden ibaretmiş. Boşluğun imi olan aslında Φ değil de Æ imiş. İlk olarak Nordik bir matematikçi kullanmış bunu vakt-i zamanında. Hani o dillerdeki bildiğimiz Ö olarak okuduğumuz harf var ya, oymuş işte. Jes Høgh’ün ø’sü yani, ya da Søren Kierkegaard’ın…

‘Özlem’in ö’sü mü yani, diye soruyorum kendime. Yoksa başka bir şeyin mi?

Cevabı bilmiyormuş gibi yapıyorum.

20 Mar 2011

Godot gelmedi, biz gidelim...

Eliot’lu aranağmeyi saymazsak dört ay oldu yazmayalı. Bu geçen zamanın dökümünü olup bitenler üzerinden yapmaya niyetim yok bu kez. Arada elbette onlarca yazılası anlar, fikirler geldi, hatta kimileri kafamda çalakalem yazıldı, ama öyle ya da böyle kelimeye dökülme fırsatı bulamadılar ve yazılamadan ecelleriyle uzaklaşıp gittiler. Arkalarından yas tutacak değilim. En beylik avuntum da, vakti geldiğinde – eğer gerçekten gelirse – bir şekilde tekrar çıkıp geleceklerine dair inancım.

Şimdi yazacaklarım ise yine geçen zaman zarfında yaşananlar arasından süzülüp gelen üç adet iki vakit evveller. (Düzeltme: yazım esnasında son ikisi düşmüş, bir adet vakt-i evvel kalmıştır – buna ne kadar ‘bir’ denebilirse…)

Başlıyorum.

Bundan tam iki ay önce, sıradan bir iş gününün sabahında, bilgisayar başında aldım haberi: Ünal Nalbantoğlu da gitmişti. “Da”nın müsebbibi, hem onca farklılıklarına rağmen birçok kişinin zihninde birlikte anılmaları, hem de üniversite hayatım boyunca Ünal hocayla birlikte bende iz bırakmış olan iki insandan biri olması sebebiyle, Ulus Baker. Ulus’un 2007’deki ölüm haberini aldığımda neler hissettiğimi anlatmaya yeltenecek değilim. Kendime bile anlatmış değilim zira, hatta böyle bir gereksinim duyduğumdan bile şüpheliyim. Tek bildiğim yoğun bir eksilme duygusuna kapıldığım, biraz da öfkelendiğim – yokluğu varlığından daha hayırlı olabilecek onca insan varken ölümün niye onu erkenden buluverdiği yollu. Ünal hoca için de aşağı yukarı böyle şeyler hissettim sanırım. Eksildim, eksildik, eksilttiler. Ya da belki zaten fazlaydılar, bilmiyorum. Fakat şurası bir gerçek ki, onlara dair bir şey yazmak gibi bir niyetim oluşmadı uzun süre, ta ki bu ihtiyaç aradan geçen zamanda iyiden iyiye kendini hissettirene kadar. Yazmaya da henüz birkaç gün önce karar vermiş olmalıyım.

İkisiyle olan kişisel tarihimin; yakınlık (ya da uzaklık) derecemin bana ne denli onlar üzerine yazma hakkı verdiği su götürür. Ama yazıyorum işte, çünkü inandığım bir şey var: rezonans. Salt bir inançsa bile bu, pek kıymetli buluyorum diyeyim.

Önce Ünal hocanın Ulus’un ardından yaptığı o eşsiz konuşma. İzlediğimde ilk fark ettiğim şey, ziyadesiyle gelgitli ilişkilerine rağmen iki insanın farklı perdelerde de olsa belli bir rezonansla düşünmüş/hissetmiş olmasının kutsallığı oldu. Bir de, içten içe, Ünal hocanın kendi vedasının ardından nasıl bir perspektiften anılmak istediğine dair belli belirsiz bir ipucu verme refleksi. Aslında bu Ünal hocanın konuşması değil. Onun aracılığıyla dostluğun, yaşamın ve ölümün fısıltılarından, Ulus’un, Heidegger’in ve Aristoteles’in seslerinden derlenmiş bir beste. Zaten benim gözümde hep orkestral besteler yapan bir kompozitördü Ünal hoca. Ölçülü, ahengi ve armonisi hesaplı, her bir notasının, her bir esinin amacı belli; özündeki zanaatkârlığı her daim öne çıkaran eserlerin, icraların adamı.

İşte o konuşmanın metni:


Meseleyi sadece biyografiye indirgemeksizin, dünyayla olan derdimizle ilgili, Ulus’un vesile olduğu dertle ilgili bir miktar zamanınızı almak istiyorum. Onun için en sona yakın söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Aristoteles üzerine bir derste, bildik bir Alman düşünürü onun için şöyle der: Aristoteles yaşadı, çalıştı ve öldü; gerisi önemsizdir. Bizim karşımızda duran Aristoteles, Heidegger, Gadamer veya Ulus Baker artık bir yazıdır. Fakat yazı olmanın bize getirdiği ciddi bir problem vardır. Bunu birazdan ele almak istiyorum, sabrınızı taşırmadan.

Ulus, Heidegger’in dediği gibi, taş gibi unufak olmadı, çünkü taşın dünyası yoktur. Bizden farklı olan hayvanlar gibi, Ulus’un bedeni, üzerinde anlaştığımız biçimiyle ‘telef’ de olmadı. Çünkü hayvanların dünyası yarım, belki yarımdan da azdır bilindiği gibi. Ama Ulus öldü. Ölmek insana yaraşır bir şey. Ölmeyi tek tasavvur edebilen, üzerinde konuşabilen hayvan türü biziz. İster doğal dillerde olsun, ister doğal dillerin arasında dolaşan ve o diller içinde karşılık bulan yapay dillerde olsun, biz dünyalar kurarız. Ve o dil dünyalarda yaşadığımız için, onun içine doğduğumuz, onun içinde sosyalize olduğumuz için, onun içinde de ölürüz. Hayvanlar ölmez, telef olur; ama biz hayvanlar ölürüz. Ulus da bu dil dünyanın bir ustası olarak öldü. Bu ölüm konusuna en sonda tekrar döneceğim. Ve bir gam kederle değil.

Hepimiz, bildiğiniz gibi, kendimiz tarafından ve başkaları tarafından biz hakkında ürettikleri öykülerin kesişme noktalarıyızdır. Bunun içine bir yığın efsane girer. O kişileri yüceltiriz, yerin dibine batırırız, ama çoğu zaman bu, o benlik, o kimlik, o kişilik hakkında pek doğru bir şey söylemez. Ben de doğru bir şey söyleyebileceğime pek inanmıyorum. Ulus da bu senaryoların kesişme noktasında oluşan bir kişiydi. Sanırım bu nokta, aşağıda kısaca üzerinde duracağım ve kendimce Ulus’la ilgili önemli gördüğüm cepheler aydınlığa çıktıkça biraz daha belirginleşecektir. Onun için ben birkaç noktayı şöyle özetleyebilirim: Birincisi, bilgi-belge konusu; belgelerin üzerinden nasıl bilgi ürettiği. İkincisi, kişiler-arasılık ve dostluk konusu. Özellikle onunla yakın mesaide bulunmuş, danışmanlığını yapmış bir hocası olarak bu benim için çok önemli. Üçüncüsü, düşünce, söz ve yazı… Ve son olarak, ölümü…

Ulus’un en önemli yetilerinden birisi, yaşamın kaba düzyazısındaki gizli şiiri, düzyazının şiirinde dışavurabilmesidir. Bu o kadar önemlidir ki benim gözümde, ne okuduysam Ulus’tan, yaşamın içindeki kaba, ham düzyazıyı bir şair, bir ozan kadar – ki biliyorsunuz düzyazı da şiirdir – iyi oluşturduğunu, dans ettirdiğini gördüm. Bunun çok belirgin, özellikle üzerinde duracağım bir örneği, onun internette de bulunan ‘İgnoramus = Bilmiyoruz / Bilinçdışının bir Eleştirisine Doğru’ yazısıdır. Orada sadece kendisine özgülükle saptadığı sözcükler değil – örneğin Oedipus emperyalizmi yahut akademik kolonyalizm-sonrası, psikanalizin iktidarlara hizmet edişiyle verdiği zarar gibi sözcükleri değil, aramızda konuştuğumuz için bildiğim, Needham’ın mesela Batı düşüncesinin kafatası içine kapanıklığı sözcüklerini de bulabilirsiniz. Önce uluslar arası düzeyde, SSCI’e itibar eden dergilerde yayımlanmak için fazlasıyla uzun, Ulus’un özensizliklerini gösterdiği için yer yer Türkçe’de çok ilginç… Çünkü Ulus bir bilinç akışıyla yazmaya başladığı zaman meselenin sübstansına girer, cümle gereği bazı yerler düşük mü, fazla aldırmazdı. O yazıya bakarsanız Toplum ve Bilim dergisinin 70. sayısında, psikanalizin sorgulanmasını da, ki psikanalizi de sorgulamamız gerekir çok ciddi biçimde, göreceksinizdir. Sadece onun özgün, benim de paylaştığım bir sezgisini – sezgi konusuna geleceğiz – şu cümlesinde bulabiliriz. (Özellikle benim ve diğer hocalarımızın neslinin bildiği bir dönemde, Marx ile Freud’u yaklaştırma çabası çok eskiydi düşüncede. Bunun yanlış olduğuna, belki Marksçılığın içinde sonradan pozitivizm olarak belirlenecek bir hatanın, psikanalizin içinde de katı bir pozitivizmin bulunduğuna geç de olsa erdik.) Kendisi şöyle diyor: “Marx ile Freud arasında evliliği, kuramlardan birinin ihmal ettiğini diğeriyle doldurarak kurtarmaya çalışmak boşunadır.” Sonuna dek paylaşacağım bir cümle, bir yargı.

Biz Ulus’un dünyayla olan kuramsal derdini – kişisel demiyorum, onun için psikolojikleştirmeyelim lütfen – ve kendine özgülüğünü, henüz layık olduğu biçimde anlayarak değerlendirmeye başlamadık, kanımca. Acaba, balık hafızalı modernler olarak, bu anma günleri geçtikten sonra da girişecek miyiz, çok da emin değilim. Ulus’un Marx’tan alıp kullandığı önemli bir sözcükle şunu söylememe izin verin, aslında bu öykü, de ta fabula narratur sözcüğüyle ilgilidir – anlatılan senin hikâyendir, bizim hikâyemizdir.

Gelelim ikinci noktaya. Dostluğa. Sonunda dostluğun varacağı bir nokta vardır, o da varoluşun siyasetidir. Ulus’un bunun çok iyi bildiğini ben biliyorum. Bildiğiniz gibi ünlü Nikomakos’a etiğinde dostluk için gerekli üç şeyden söz eder Aristoteles öğrencilerine. Bir, işe yararlılık. Bu daha çok gençler arasında olan bir şeydir. Genç kalmanın sahtekârlığını yapan ileri endüstrili enformasyon düzeyine geçmiş ve çocuk kaldığı iddia edilen bol psikoterapistli toplumlarda bu işe yararlık çok egemendir, kalıcı olmamasına rağmen. Onun için dostluk kalıcılığını çok çabuk yitirir. Aristoteles bunu çok güzel saptamıştır Atina toplumu ve diğer Yunan devletleri için. İşe yararlık, yaşlılık ve orta yaşlılığı daha da fazla mutlu eder. Yaşlı olan insanlar artık şüphecidirler, kuşkuyla bakarlar dünyaya. Onun için kolay kolay dostluk kuramazlar ve dostluk kurmaları genellikle işe yararlık üzerinden olur. Zaman zaman Ulus’un buna girip çıktığını gördüm ben. Hepimiz girip çıkıyoruz. İkincisi haz, çok önemli bir şey. Dostlar birlikte olmaktan haz duymaktadırlar. Gerçek bir dostlukta, bir yemekte, ilişkiyi paylaşmakta, bir konuyu tartışmakta, bir kitabı okumakta, şiir okumakta birbirlerine, mutlaka bir haz vardır. Dostluğun önemli bir momentidir haz. Ama o da çok kalıcı olmayabilir. Bunu da ben Ulus’ta, o hazzın gelip gittiğini, bazen işkenceye dönüştüğünü – muhtemelen onun açısından da öyleydi – müşahede etmişimdir. Ama ideal dostluk diye bir şey vardır ki hiçbirimizin gerçekleştiremediği fakat kutup yıldızı gibi yönümüzü tayin ettiğimiz bir momenttir. O da şudur: İdeal dostluk, der Aristoteles, iyi üzerine kuruludur. Ancak bu dostluk kalıcılık taşır. Bu anlamda her birimizin Ulus’la olan dostluğunun bir şekilde ideale çok yaklaştığını, en azından kendim için söyleyebilirim. Çünkü dostun iyiliğini gerçekten ister dost. Herkes hem kendinde iyidir mutlak anlamda, hem de dostu için iyidir, der Aristoteles. Bu kolay değil. Ben bunu başarabilen biri değilim. Ama ben de yakın geçmişte yenmeye çalıştığım ciddi bir rahatsızlık geçirip hastanede yatarken, Ulus’un, sezmekle birlikte ölüme gittiğini, kendisinin beni çok aradığını biliyorum. Dost olarak aramıştır beni, hem de bir kere iki kere değil. Ardından birçok kişiye de tembih etmiştir. İşte dostluğun üzerine bunları söyledik ama hep ‘biz’i yapan Aristoteles’te bir şey zerinde durmadık, o da belki gizli dördüncü momenttir: hiçbir şey zorla olmaz. Dostluk da zorla olmaz. Daima bunun, onun deyimiyle phiein, doğası gereği, doğa olarak gelişmesi gerekir dostluğun. Bir anlam kazanması, bir kalıcılık edinmesi için… Peki bunu nasıl gerçekleştirebiliriz? Ben sanıyorum ki Ulus’la olan dostluğumuzda, zaman zaman çok zımpara gibi oldu, çok bıktırıcı oldu, çok yorucu oldu, kendisiyle ortak bir derde bakabildik. Çünkü dostluğun içindeki mesele sadece hastayken birbirine yararlı olmak değil, bunlar gelip geçici öyküler bence. Ama dışımızdaki bir üçüncüye bakabiliyor muyuz ve bu zorlamasız oluyor mu? Esas nokta buradadır. Çoğu zaman böyle bir şey oldu veya olmadı demekten çok, bu soru doğru mudur? Belki de doğru bir soru değildir. Ama şunu biliyorum, Ulus’la ben ortak iş çıkaramadık. Uğraştık da… O da authentically istedi. Mesela Herklitos fragmanlarını Türkiye köylü lisanıyla çevirmek istedik. “Merkep neylesin altını, saman dururken,” sözün gelişi. Veya konuşurken, ünlü “Zaman dama oynayan bir çocuktur, egemenlik işte o çocuğundur” lafını, tam Türkçemize nasıl oturtabiliriz diye, orada beni uyandıran bir şey Ulus’un engin Yunanca bilgisiydi. Aslında aşık kemiği atmaktan bahsediyordu. Hani aşık kemiği oynar ya köylü çocukları. Herhalde Efesli çocukları gözlemekten, kendisi de oynadığı için Heraklitos… Biz onu Ulus’un ‘büyük’ esprisiyle şöyle bağlamıştık: Zaman aşık atan bir velettir, hakimiyet veledindir. Ama bunlar böyle kaldı, sürdüremedik. Keşke bütün o fragmanları çevirebilseydik bu dilde, bu minval üzere. Ayrıca şunu da söyleyeyim, yalnızca ortak konularda değil, kendi de başlamaya söz verdiği birçok şeyin ardını getiremedi. Nedendir bilmiyorum, bu benim için her zaman onun Psyche’siyle, ruhuyla ilgili bir bilmecedir. O, bir biçimde o şeyler gündemden çabucak düştü, der. Mesela Jean-Pierre Faye’ın, kendisinin çok değer verdiği Langages Totalitaires isimli kitabını çevirmeye başlamıştı. Hatta ilk sayfalarının yazıcıdan çıkmış kopyası ben taşınmadan önce bir yerlerde duruyordu, umarım hala duruyordur. Yalnız şunu biliyorum, Ulus her zaman kronolojik zamanı reddetmiştir. Yani kendi özgür zamanını yaratmıştır. Bu başkaları için zaman zaman işkence de olmuştur. Elisabeth hoca hatırlayacaktır, kağıt stoğumuzun çok az olduğu günlerde Ulus’a master tezini yazdırmak bir işkenceydi zaten, ben koridorlarda bağırıp çağıran bir kötü adama dönüşmüştüm ama başında durmak zorundaydık. Ve ben, kendisi büyük bir rehavetle sigarayı yakıp da başkanlık odasında anlatmaya başladığında sabrım bir anda tükenmişti. “Yeter, sana sadece on beş dakika… On beş dakikada kendini ifade et.” Tabii on beş dakikada Ulus kendini ifade etmedi. Benim orada geçirdiğim bunalımı takdir edersiniz. Bu özgür zamana döneceğim tekrar.

Ulus’un, burası önemli, daha çok bir söz ustası, içinde öldüğü dil dünyanın bir söz ustası olduğu düşüncesindeyim. Steiner’ın yargısını neredeyse doğrularcasına, yazıdan çok sözün akışında var oluruz, der Ulus. Doğal bir diyalog kurabileceği insanları bulduğu anda, burada yaratıcılığın üst noktalarına çıkardı, karşılıklı da çıkılırdı. Gene de, seçkin yalnızlığın acımasız hazzını yaşıyor muydu Ulus, her zaman düşünmüşümdür. Seçkin yalnızlık kolaylıkla acılı yalnızlığa dönüşebilir. Zaman zaman onu da gözlemlediğimi itiraf ediyorum. Bizim kaygımız, dolayısıyla, şurada yatıyor bence Ulus’la ilgili olarak. Artık biz onun kendisiyle değil, yazılarıyla söyleşebileceğiz. Bunun getirdiği çok büyük bir sorun var önümüzde. Sözde olduğu gibi olmayacak hiçbir şey. Çünkü yazı, söylemi her zaman tutuklar, hapse atar. Yazılı metinler düşünceyi mermer bir abideye dönüştürürler. Velev ki kitap bir abide olsun. Ama sözün akıcılığı, onun yaratıcı hataları, içine düşülen çukurlar, karşıdakinin “yok, öyle değil ama” deyişi[nden yoksundur]. (Bu arada gülmek de onun içinde. Bizim aramızda her zaman bir gülme, bir dalga geçme; kendimizle en başta dalga geçme vardı.) Yazı ne denli güzel olursa olsun, bellek hanımın zanaatlarını felce uğratır, atropiye düşürür, der Steiner. Ulus belki de herkesten daha kolay geri dönebileceği okula, belki de bu nedenle sırt çevirip arada dolaşmayı seçti. Hafızayı deterjanlayan bugünün okul sistemi, sadece üniversiteden söz etmiyorum, ona pek uymadı galiba. Ama gene de neden gitti İstanbul’a, başka üniversitelerde ders vermeyi, seminer vermeyi tercih etti? Onu şöyle açıklayabileceğimi sanıyorum: kendisi söze her zaman öncelik tanıdı. Çünkü seçkin yalnızlığın içinde ne kadar zahmet çekerse çeksin insan, eğer bunu birileriyle paylaşmazsa, bir duygu ve söz cemaatiyle bunu paylaşmazsa, sözleri orada dolaşıma girmezse, çıldırabilir. Çok tehlikeli bir konu – sözün dolaştığı bir cemaat... Bu cemaati kurmak için belki de Sappho’nun Kıbrıslı kız Aphrodite için söylediği ‘Kıbrıslı düzenbaz kız’ rolüne bile soyunmuş olabilir. Zaten Homeros’un alegorsi de vardır İlyada’da: Aklı başında kişinin bile aklını çelen, baştan çıkarıcı kemeri Afrodit’in bu, der. Belki de o kemeri bir anlamda bu Kıbrıslı delikanlı takmış ve böylece birçok insanı dünyayla olan ortak derdimize doğru iğfal etmiştir.

Kendisine öte yandan empoze edildiğini, zorlama olduğunu algıladığı her şeyi, o şey yararına bile olsa, bir şekilde yapmaktan kaçtığını biliyoruz. Bu konuda bir becerisi yok. Benim hep yanlış anladığım bir şey var. Ben insanların konuşa konuşa ortak bir noktaya varabileceğine inanıyorum hep. Belki bu çok büyük bir yanılgı. Rasyonel, ussal şeyler yapabileceğimize inanıyorum hep. Ulus’ta bunun işlemediğini gördüm. Bu bizi belki de çok önemli bir yere getirecek. Ulus’un, doğal diyalog kurabileceği insanlar bulduğunda dahi, burada inatla bazı şeylerden vazgeçmediğini, kendi zararına da olsa inatla sürdürdüğünü gördük. Bu bir anlamda aydınlanma diyalektiğinin kişi düzeyindeki en tipik örneğine dönüştürüyor Ulus’u. Bir yandan, sevgili arkadaşı – belki de doktora tezinin yazılmasında en büyük etken olan – Harun Abuşoğlu’nun bir teşhisiyle, formüllerle düşüncede akıp giden, ya da şöyle diyelim, formüllerle us yürüten bir kişi. Aynı zamanda da duygulara sezgiyi ek getiren, taşıyan – neredeyse bedensel bir sezgi, düşünülen bir şey halinde değil, beden canı sezgisi – böylece de kendi zamanını yaratan, yöneten ve aktaran bir kişiydi. Sabır gerektiren bir kişiydi. Ben o sabrı pek gösteremedim. Bunun, benim gibi boş zamanın karşısına özgür zaman diken çalışmaları olan biri için bile, ne denli büyük bir baskı ve sabırsızlık yarattığını itiraf ediyorum huzurunuzda.

Son olarak, gelelim majesteleri ölüme… Ölüm sorusu ayağını sürükleyen, sürdüren, patinaj yapan bir sorudur; hep de öyle kalmıştır. Kendisi majesteleri ölümle buluşmadan önce son günleri nasıldı bilmiyorum, onu arkadaşları bize anlatsınlar. Ama İstanbul’a gitmeye karar verdiğini duyduğum zaman, içimdeki sezgiyi söyleyeyim, bu işin sonlanacağı hissi beni kaplamıştı. Ne zaman olacağını bilmiyordum ama olacaktı. Kendisinin, Stoacılar gibi nihaî ama tam bir oruç olmasa da özgürce bir seçişle, Stoik bir tutumla intihar ettiğini düşünüyorum. Yavaş bir ölüm bunun getirdiği… Ve bu, altını çizmek isterim, özgür bir seçişti. Ulus bunu seçmiştir. Bundan ötürü suçlanacak değildir, bundan ötürü ağlayacak değiliz. Muamma şudur: “kendimize karanlığızdır.” Biz en başta kendimize karanlığızdır. Sanıyorum Ulus da kendine karanlıktı. Bedeniyle, canıyla kendisine karanlıktı. Son sıralarında belki bu Stoik intihara giriştiğinde, bir süre sonra ne yaptığını hissetmeyecek kadar uyuşmuştu. Bu soruyu sormadı bile. İşte bu bizi şu muammayla da karşı karşıya getiriyor; Ulus taş gibi unufak olmadı, öteki hayvanlar gibi telef olmadı; öldü. Ölüm bir soruysa eğer, ölümün kavranamazlığı üzerine çok gitmemiz gerekmiyor. Neden? Çünkü yaşamın öte yüzü olan ölümün kavranamaz oluşu, yaşamın en yüce utkusudur da ondan.

Üç momentten bahsediyor ya Ünal hoca, artık kendisi de o üç köşeli uçuruma açıldığına göre hem kendisi hem de Ulus hakkında üçgen gevezelikler etmekten alamıyorum kendimi. (Bu satırları yazarken beklemediğim denli ağır bir hava çöktü üzerime, biraz da bunu dağıtmak için, izninizle...)

Ulus’un en kendine has yanı, belki de yaşamak, çalışmak ve ölmek momentleri arasındaki sınırların hepten kaybolduğu bir yaşam sürmesi oldu. Ya da bu sınırları yok sayarcasına yaşadı diyelim. Böyle bakılınca, onun müziği daha çok bir tür serbest-caz gibi çalınmıştır kulaklarıma: doğaçlamanın tüm imkânlarını özgürce kullanan, ufacık bir temayı bile içinde kaybolurcasına çeşitleyebilen, ama etrafında döndüğü letimotiv (biraz kulak verebilirseniz) neden sonra sezilen. Öyle çeşitli; bir o kadar da yekpare. Fakat yine de zihnime kazınmış üç andan söz edebilirim ona dair (ki bazı ‘an’ların, tüm bir tarihten ve hikâyelerden daha yoğun, daha değerli, daha özel olabileceğini sıklıkla kendisi de söylerdi):

İlki, sık sık “ölümü düşünün” deyişi. Bahsettiği muhtelif konuların arasında, o muzip dil ve zihin maharetleriyle yaptığı enfes geçişlerin bir kısmı, incecik patikalardan hep bu kapıya çıkardı: “ölümü düşünün.” Ama cümlenin anlamına ve ilk etkisine inat, bulutları düşünün, elmaları düşünün der gibi; orada gerçekten tefekküre değer bir alan olduğuna hiç zorlamasız ikna eden bir edayla...

İkincisi, içtiği sigaranın ucunda zamana, ama en çok da yer çekimine meydan okurcasına uzayıp giden kül… Hala ne zaman sigaramın külü bir parmağı geçse, o gelir aklıma.

Üçüncüsü, ufka bakış sessizliği. Çoğu zaman sınıfta sorduğu bir soruyu takip eden sessizlikte, pencereye dönüp dünyaya yönelttiği o nesnesiz bakışlar...

Düşünüyorum da, bu sıraladığım üç an belki de tek bir anın parçaları. Artık hangi sırayla, hangi iç içelikle tasavvur edileceklerse.


16 Germen eyaletinin Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan ayrılıp Ren Konfederasyonunu kurduğu, Sovyetler Birliği ile Litvanya arasında imzalanan barış anlaşması ile Sovyetler’in bağımsız Litvanya’yı tanıdığı, Norveç’li besteci Geirr Tveitt’in ahşap evinde çıkan yangında eserlerinin tamamına yakınının kül olduğu, Rus Filozof Nikolay Çernişevski, Fransız şair Max Jacob ve Şilili şair Pablo Neruda’nın doğduğu, Erasmus’un öldüğü gün öldü Ulus Baker.

Hasan Ünal Nalbantoğlu’nın ölümünün gündaşları arasında ise, Goethe’nin Faust’unun ilk kez sahnelenmesi, Küba’nın İsrail’i resmen tanıması, Almanya’da son Vosvos’un üretilmesi, bilinen ilk bilgisayar virüsünün tedavüle girmesi, Hrant’ın vurulması ve Edgar Allan Poe’nun doğması vardı.

Ve bunların hiçbiri tesadüf değildi.



"Godot gelmedi, biz gidelim"

İkisi de hareketsiz kalır,
ama giderler. Sahne kararmaz,
bekleyiş devam eder,
kaldığı yerden.



* Yukarıda geçen konuşmanın videosu için: http://vimeo.com/15133196
* Ünal Nalbantoğlu'nun bazı yazılarına şuradan ulaşılabilir.
* Ulus Baker'in birçok yazısı ise şu adreste: http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?ulus_baker

10 Mar 2011

Bir Yerden Başlamak için, Yeniden..





"Keşfe devam, keşfe devam
Bütün keşiflerimizin sonu
Başladığımız yere varmak olacak
Ve ilk kez anlamak orayı.
Anısı paslı, meçhul kapının ardında
Uzanan son bakir toprak parçası
İşte başladığımız yer;
En uzun akarsunun kaynağında
O gizli çağlayanın sesi
Ve elma ağaçlarında çocukların
Bilinmez, aranmadı ki
Ama işitilir sükûnunda, belli belirsiz
İki dalgası arasında, denizin."


"We shall not cease from exploration
And the end of all our exploring
Will be to arrive where we started
And know the place for the first time.
Through the unknown, unremembered gate
When the last of earth left to discover
Is that which was the beginning;
At the source of the longest river
The voice of the hidden waterfall
And the children in the apple-tree
Not known, because not looked for
But heard, half-heard, in the stillness
Between two waves of the sea."

(T.S. Eliot, Four Quartets, Quartet No.4: Little Gidding)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...