12 Tem 2013

Gürültünün Sesi

Zaman hızlandıkça sözler ve hisler daha çabuk yayılıyor. Beri yandan gözler ve kulaklar da daha çabuk yoruluyor; farkına bile varmadan.

Anlatanlar yakınlaşır, anlatılanlar çoğalırken bazen zorlaşıyor anlamak; bize öyle gelmese de.

Çalınan Mektup’u gibi Edgar Allen Poe’nun – orada neler yazıyor?

Yılların yaban gerçeği bir kez daha devrede: bir şey imkansız hale geliyor, başka bir şeyse mümkün.

Buna mukabil, bir hikayeye tutunmanın ve başkalarının değil kendi düşlerini görebilmenin hayatiyeti de artıyor – düşlerin yokluğunda ölümün artması gibi…

Gezi’den, Mısır’dan, Brezilya’dan yükselen şen patırtıların bedenlerde ve zihinlerde çınlattığı seslere kulak kabartırken; buradaki Türkiyeli Türkiyesiz insanlarla konuşurken (elbette daha çok dinlerken) ve nihayetinde birbiriyle çarpışıp yankıyan kelimeleri süzmeye çalışırken, bir çift söz çalındı kulaklarıma renkli toz bulutunun ardından – kibrit çöplerinden şaheserler yaratan bir çocuk edasıyla kaleme alınmış bir güzel hatırlatma: Marx’ın bir çift sözü.

Şimdi memlekette ve dünyanın dört bir yanında tarih yaşanıyor ya, yazılan hikayeler yaşanan hikayeler oldukça daha bir böyle bu. Ve aslında farklı ‘ora’lara ama en sonunda da dönüp ‘bura’ya, etrafımıza ve hayatlarımıza iyi bakarsak göreceğiz: anlatılan da, anlattıran da bizim hikayemiz.

İşte böyle bir zihinsel kıpırdanmanın yarattığı motivasyonla metni açıp tekrar okuduğumda, bir lezzet, bir doygunluk yayıldı sayfalardan. Neden sonra artan bir hüzün karıştı bu hislere, zira ben oturup bunları yazana kadar akan zaman bizi bir başka 12 Temmuz’a kadar sürüklemişti. Şimdi her şeyi anımsamanın yanı sıra, bir şeyleri anmanın da vesilesi olmuşken, naçizane bir tavsiye olarak paylaşmak istedim. Daha çok okunsun, daha çok birlikte işitebilelim, hikayelerimizin dillerini yenileme çabalarımızı diri tutmak için biraz daha derman devşirelim diye. Yazının tamamına buradan ulaşmak mumkun. Hemen şimdi okuyamayacak olanlar ya da “iyi de tam olarak neyle ilgili bu yazı” diyenler için aşağıya tadımlık parçalar bırakıyorum.

Arka fonda pencerenizden içeri süzülen uğultusu dünyanın ve içinizde kendinize ait bildiğiniz dalgalanmalar eşliğinde okuyunuz. Siz okurken bir kenarda sessizce sigarasını tüttüren Ulus Baker, yazının sonunda usulca dönüp soracak: Bunun ne demek olduğunu sezebiliyor musunuz?

(by Asli)



De te fabula narratur, senin hikâyeni anlatıyorlar.
Marx'ın Birinci Sözü 
Kapital'in önsözünde yer alan bu sözler, iki eksen üzerinde derinleştirilebilir:
Tarih her şeyden önce bir "anlatı"dır... 
Sözgelimi Hegel'de henüz bir tarihyazımı bulunmadığı, İdea'nın hareketi olarak anlaşılan evrensel bir tarih felsefesinin kendi varoluşunu tarihyazımını dışlamaya dayandığı, bir taraftan tarihsel maddeciliğin belirlenimleri ve varoluş nedenleri arasında yer alır. Öte taraftan, "bilginin ilk kaynağı" sorusu ile karşı karşıya kalırız: İlk kaynak, tarihte, her zaman ilk anlatandır. Köken, Heidegger'in istediği gibi, Varlık ile Hakikat arasındaki ilk bağlantıyı kuran Logos değil, Oluş ile Logos, yani dil arasındaki ilk bağı oluşturan anlatıdır. Öyleyse tarihyazımının tarih felsefesine ve onu taşıyan "Evrensel Özne" tasarımına bir önceliği olmalıdır. Marx'tan önce tarih yoktur, çünkü "senin hikayeni anlatıyorlar" formülü, tarihe yeni bir bakışın tarihe giriş anını oluşturuyor. Althusser'in hatırlattığı gibi, eğer fiziğin kıtasını Galileo açtıysa, tarihin kıtasını Marx açıyordu. 
De te fabula narratur, ikinci olarak, şu uyarıyı yapar: Marksizm'in esas olarak 19. yüzyıla ait bir tasarım olduğu, orada "sudaki balık" gibi yaşadığı, bu yüzden günümüzün "nesnel" dünyasını açıklamaya, dolayısıyla yönlendirmeye artık yetenekli olmadığı, yalnızca Marksizm'e karşı evrensel zaferini kutlamakta pek acele eden liberalizm türlerinin değil, (eski) Marksistlerin de kabul etmeye, yer yer vurgulamaya başladıkları bir görüş haline geldi. Buna göre, dünya bugün genel görünümü ve her veçhesiyle, Marx'ın gözlemlediği yüzyılın dünyasından artık çok uzaktır. 
Marx'ın gözlemlediği dünya ile bugün gözlemlediğimiz dünya arasındaki farkın dile getirilmesi bir tür truizmden başka bir şey olabilir mi? (…) Unutulan veya gözardı edilen en önemli şey, belki de "Marx'ın gözlemlediği ve açıkladığı dünya" ile "bizim gözlemleyebildiğimiz ve açıkladığımız dünya" arasındaki farktan bahsetmenin pek de masum olmadığıdır. Belki Marx çağını gözlemlemiş, yorumlamış ve açıklamaya girişmiştir. Ama bunu bizim bugün, kendi dünyamız için başarabildiğimiz varsayımı ne ölçüde ileri sürülebilir? Böyle bir varsayımın tehlikesini düşünmek, Marx'ın hâlâ neden "esasa ilişkin" bir çift sözü olduğunu gösterecektir. Marx'-ın söyleyeceği şey elbette "bizim çağımızı açıklamak" değildir. Bu sözün önemi, birinin kendi çağını "anlamak" ve "açıklamak" için ne yapabileceğini bize öğretecek son sistematik düşünceyi içeriyor olmasında yatıyor. 
Öyleyse, De te fabula narratur, İngiltere'den Almanya'ya göndermekle kalmaz, günümüzün zayıf düşüncesine, Marksizm'in pratiklerinin bile içine sinmiş zayıf düşüncenin etkilediği günümüz insanlarına gönderilmiş bir mesajdır. 
Sermaye, bedeninde yalnız meta yığınlarını, para ve krediyi, üretim araçlarını, ödenmemiş artı-emeği biriktirmekle kalmaz, açıkçası, insanları biriktirir. 
Marx'ın birinci sözü olarak sunmaya çalıştığım De te fabula narratur, öyleyse bize, "sınıf mücadeleleri tarihi"nin ("Tarih" zaten öyle değil midir?) bir yüklemini aktarıyor. Bu yüklem, dilin ve anlatının, ama gündelik yaşamdaki ve toplumsal bağlamındaki anlatının yüklemidir. 
Öyleyse, De te fabula narratur'un bize söyleyeceği bir şey daha vardır: Warensprache'nin, metaların dilinden telaffuz edilmiş anlatısını (biteviye kapitalizmin konuşması) tercümesi (Das Kapital'in katmanlarından biri) yeterli değildir: onun yerine başka bir anlatının, yepyeni bir anlamın konulması, kısacası "başka bir hikâyenin anlatılması" gerekir. Bu "yeni hikâyeyi dinlemek" için birçok kulağın dikilmiş olduğunu biliyoruz. Ama diller kendi kendilerine konuşamazlar.

24 Mar 2013

Montogram 1: Benaltından Notlar*



Bölümlerden ve parçalardan meydana gelen bir toplumda bir insan kimliğe ve hayat hikayesine dair bir anlatı nasıl oluşturabilir?


Felsefeci Hans-Georg Gadamer’e göre “biz olan benlik kendine sahip değildir; denebilir ki [benlik]” zamanın tesadüfleri ve tarihin parçalarına tabi olmak kaydıyla “vuku bulur.” Dolayısıyla “bireyin kendi-farkındalığı,” der Gadamer, “tarihsel yaşamın kapalı devresinde bir kırpışmadan ibarettir.” İşte bu, modern kapitalizmdeki karakterin sorunudur. Tarih oradadır fakat güçlüklerin müşterek bir anlatısı ve dolayısıyla müşterek bir yazgı mevcut değildir. Bu şartlar altında karakter aşınmaya uğrar… 

Kapitalizmin hareketinin döngüsel münavebelere nüfuz ettiği akışkan bir toplumda, üretim ve yıkım süreci (değer kanunu), yaşam ile ölümden oluşan hareketin (doğanın kanununun) altını durmadan oymaktadır.

… kısa-vadeli kapitalizm karakter için bir aşınma tehdidi teşkil eder, bilhassa karakterin insanları birbirine bağlayan ve her birine sürdürülebilir bir benlik hissi sağlayan nitelikleri için.

Yaygın kullanılan haliyle öz-bilinç terimi iki şeyi ifade eder: kişinin kendi kendisinin farkındalığı ve kişinin bir diğer kişinin gözlem nesnesi olarak farkındalığı.

Dışsal dayatımların ürünü olan şeyler çoğunlukla temel birer ihtiyaç sanılır, bu da, otomatizm ile kendiliğindenliği ayırt etmeyi güçleştirir.

… bir şizofrenin deyişiyle, o, kara bir güneşin yakıcı parıltısı altında kavrulmaktadır. Şizoid birey kendi tetkikinin bu kara güneşi, kem gözü altında varlığını sürdürür. Farkındalığının yakıcılığı onun kendiliğindenliğini ve tazeliğini öldürür, tüm sevinci yok eder. Bu yakıcılık altında her şey solup gider.

Gerçek ‘öteki’den gelen tehdit onun her an gitmesi, ölmesi veya duygulara karşılık verememesi ihtimalinden kaynaklanabileceği gibi, öteki, iç-patlama ya da delip geçme biçiminde doğrudan bir tehdidi de temsil ediyor olabilir. Buna karşılık şizoid kişi… genel olarak bütünlük arz eden bir yarı-ikilik olan benliğini iki benlik haline, yani fiili bir ikilik haline getirme yoluna gider.

Bu durumda birey kendini bir şekilde kendi vücudundan ayrılmış veya kopmuş gibi tecrübe eder.  Vücut, bireyin kendi varlığının esası gibi değil, daha ziyade dünyadaki alelade bir nesne olarak hissedilir. Asıl benliğin esası olmak yerine sahte bir benliğin esası olarak hissedilen vücuda, ayrık ve namevcut olan ‘iç’, ‘asıl’ benlik tarafından şefkat, tebessüm ve bazen de nefretle bakılır.

Diğer taraftan, kendi içine kapanmış olan benlik kendini ‘asıl’ benlik olarak görürken personayı yalan addeder.

… bir başka kişinin gözünde bir şey olmak ‘normal’ kişiye korkunç bir tehdit gibi gelmez, fakat şizoid birey için her bir çift göz ona bir Medusa başından bakmaktadır ve ona öyle gelir ki bu bakışlar, içindeki son derece hayatî bir şeyleri bilfiil yok etmeye veya öldürmeye muktedirdir. İşte bu yüzden kendisinin taşlaştırılmasını engellemek adına diğerlerini taşa dönüştürmeye çalışır. Böyle yaparak bir nebze olsun emniyete kavuşabileceğine inanır.

Kişinin kendini taşlaştırması, bir başkası tarafından taşlaştırılmayı engellemenin bir yolu haline gelir.

Kendi kendine intihar edilmez.

…dolayısıyla başlangıçta benlik üzerindeki tahrip edici saldırıları önlemek için bir kalkan veya bariyer olarak oluşturulan şeyler, benliği hapseden duvarlara dönüşebilir.

… pek çok aklı başında insanın kapalı olan salim zihinlerine nüfuz etmeyen ışık, şizofrenin çatlak zihninden içeri süzülebilir.

... Daha dikkatli bakın. O yüzeyi delip şeffaflığını bozmaktan çekinmeyin. Ağaçları sallayan rüzgâr misali. Yüzeyin ötelerine dikin gözünüzü. Bırakın gözünüz sınırları ihlal etsin. İşte o vakit, her bitkinin, her ağacın kendine özgü bir, hattâ birkaç ritmi olduğunu göreceksiniz: Yapraklar, çiçekler, meyveler, tohumlar. Şu kiraz ağacında, baharda açan çiçekler sonbaharda birer birer dökülecek. O vakit ister hayatta ister ölmüş olsun, her varlığı ve her cismi kavrayacaksınız…  etrafındaki evlerle, yapılarla, kentlerle, manzaralarla birlikte.

O gece yeni sanrılar gördüm; halüsinojenlerin en etkilisi olan gerçeklik gözlerimin önünde duruyordu. Dayanılır gibi değildi. Klinikteki arkadaşlarımdan biri çok şanslı: sanrı olarak hep yılanlar, fareler, kurtçuklar, sevimli şeyler görür. Ben gerçekliği görüyorum. Kalktım, ortalık biraz aydınlansın ve biraz daha az gerçek olsun diye bir umut ışığı yaktım.

Umutsuzluk anlaşılmadan şizofreni anlaşılamaz.

Elbette ‘anlamak’ derken salt fikrî bir süreci kastetmiyorum. Anlamak için aslında sevmek de denebilir. Fakat bu kadar ayağa düşen bir kelime daha yoktur herhalde.

Birey [artık]… el attığı her şeyin cansızlaştığı bir dünyadadır. Bu safhada önünde yalnızca iki ihtimal kalmış gibidir: 
1. Her şeye rağmen kendisi olmaya karar verebilir, ya da
2. Kendine kıymaya yeltenebilir.
Hayata geçirilmesi halinde her iki tasarı da muhtemelen aleni psikoz ile sonuçlanır.

“Teorize etmeden çalışalım,” der Martin, Voltaire’in Candide’inde. “Hayatı katlanılabilir kılmanın tek yolu budur.”

Suçluluk hissi, sessizliğin içinden Varlığın kendine yaptığı bir çağrıdır, der Heidegger.

Kendi kendine intihar edilmez.

Ben zaten bir anlamda ölmüştüm. Kendimi diğer insanlardan koparıp kendi sessizliğime gömülmüştüm. Şimdi görüyorum ki böyle yaptığında bir anlamda ölmüş oluyorsun. Dünyada öteki insanlarla birlikte yaşamak zorundasın. Aksi takdirde içinde bir şeyler ölüyor. Aptalca geliyor. Tam olarak anlamıyorum ama sanki öyle bir şeyler oluyor. Çok acayip.


 ‘Biz şizofrenler bir sürü önemsiz şey söyler ve yaparız, sonra da bunlara önemli şeyler karıştırıp doktorun bunları fark edecek kadar dikkatli olup olmadığını görmek isteriz.’

Biraz rahatladım… gerçeği görmüyordum artık; gördüklerim bir masa, bir iskemle, her günkü hikâyelerdi, hepsi sahteydi, işler yolundaydı yani.

…şizofren, kendisini anladığını hissettiği biriyle karşılaştığında şizofren olmaktan çıkar.

Eylem imkânın çıkmaz sokağıdır.






* Yukarıdaki metinde yazılanların hiçbirini ben yazmadım. Bir önceki gönderimde adı geçen iki kitabın da aralarında bulunduğu birkaç okumadan çıkardığım notlardan kolajladım. Notların tamamını ve neyin nereden geldiğini bilahare paylaşmam ihtimalim dahilinde. 

O zamana kadar, üstteki kolajın bonusu niyetine, buyrun burdan da yakın.


23 Mar 2013

Nihi Nihi


Defter arası hızlıca çiziktirilmiş bir notla başlıyorum.

Ne zaman yazdığımı hatırlamadığım.

Akabinde adı geçen kitaplara bağlayarak devam etmeyi düşündüğüm.








KUKUMAN KUŞUNUN EFKÂRI 

Yazdıranlar ve yazdı 
Yazdırmayanlardan bahsetmek 
Onlar aslında yazdıranlar da 
Bir ağaç mesela – biteviye yazmak ve kalemi aklından bile geçirmemek için bir sebep olabilir. 
Ya da insanlar 
Yaşamak ve umutsuzluk gibi… Bir ve aynı şey – umarsızca eyleten ve tüm eyleme gücünü ıskartaya çıkaran. Ya da iki 
Ağaç kadar, insan kadar, hayat katar, okuduğum iki kitabın da payı var yazmamışlığımda. Divided Self ve Corrosion of Character. 
Eski Ahit’teki İhil ile Nihil’in hikayesi gibi – var mı öyle bir hikaye? Eski Ahit o kadar eski, Ahde Vefa kentsel dönüşümden mustarip bir semt adı mı? 
Tiyatro sahnesinde tasarlı oyun dışında beklenmedik bir şey olduğunda verilen tepkiler itibarıyla üçe ayrılır oyuncular. Kötü oyuncu şaşırıp duruyor. Oyuncu şaşırıp devam ediyor. İyi oyuncu, oyunun bir parçası haline getiriyor kazayı.
Yazarlığım kadar değilse de oyunculuğumu da sorguluyorum çoğun. En geniş anlamlarıyla.
Nihi nihi : )








10 Mar 2013

Soldan Sağa, On Bir Harfli




YUTMA: Öznesi piton, nesnesi fil de olabilen fiil.

MUTAT: Alışıldık, rutin: doyuruculuğu kuşkulu bir lezzet.

UNUTMA: Hem 'oblivion'ın hem 'nisyan'ın öylesi leziz kelimeler olması da mı tesadüf?

UTANMA: Yalnız kalma korkusu.

TUTUM: Takınılır, süslenilir, insan içine çıkılır.

MAYA: Tutunanla arasındaki fark; farkın katalizör gücünün delili.

UMUT: Delinin ekmeği.

AYAN: Kendine el açtığında gördüğün.

ANMA: Gayrıresmisi görünmez törenler eşliğinde yapılır.

YANMA:  Benimle yananlar benim sayılır.

YAMAN: Bile bile lades.

UYUMA: Bilfiil kendimiz olarak yaptığımız yeganelik.

YATMA: Okuyunuz: Uyuyan Adam.

NAMUT: Fiji dilinde 'sinekler'.

YUNMA: Ö şimdi temiz.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...