12 Kas 2010

Sınırlar Sınırlar mı?

Her şey 29 Eylül’de Aylin’in yaz sonrası dönüşü ardından gönderdiği ilk mesajla başladı. Şöyle bitiyordu: “Cuma günü Chantal Mouffe’un söyleşisine gitmeyi düşünüyorum. Haydi gel beraber gidelim!”

‘Hmm, neyin nesi kimin fesiydi bu Chantal Mouffe? İsim tanıdık geliyor ama yazdıklarından tek bir satır bile okumadığımdan neredeyse eminim. Bir bakalım, derdi meramı kabaca buymuş, söz konusu söyleşi de bu. Yurttaşlık, demokrasi ve çoğulculuk. Sıkıcı sanki. İyi de neciymiş bu kadın, derdi neymiş, azıcık karıştırayım. Bla bla bla.. Antagonistik demokrasi değil agonistik demokrasi, peki.’

Olmazsa olmaz bir karasızlık ve son ana kadar gidip gitmeyeceğimi bilmezlik halinin ardından, rezervasyon yapmakta geç kaldığım için yer bulabileceğimden bile emin olmadan gittim, gittik. Bir başlayıp bir duran yağmur, aynı esnada devam ettiğini ve hatta büyüdüğünü öğrendiğimiz Spui eylemi, etkinlik mekânının akademik şaşaası, Estonya’dan alınmış Rimbaud küpeleri gibi gecenin ruh haline dair ipuçları taşıdığı muhakkak ve fakat bir o kadar gereksiz detaylara hiç girmiyorum. Neyse ki ‘bilet’ buldum, içeri girip yerlerimizi aldık. Madame Mouffe konuşmaya başladı. Beklentilerimin aksine, bir İngiliz üniversitesinde müstahdem olmasından ziyade, Belçika kökenli kültürel aradakalmışlıklı bir yurttaş olması hakimdi konuştuğu İngilizce’de. Takibi hayli zordu. Öte yandan cuma iş çıkışı kafasını zorlayıp kulak kesildikçe, harcadığım çabaya pişman olmamak için zor tutuyordum kendimi. Antagonistik değil, evet; illa ki konsensüs amaçlı diyalog da değil, peki; varılacak sonuçtan çok gruplar/taraflar arası çekişmenin, adeta bir müsabaka sürecinin kendisinin değerli olduğu oyuncul bir demokrasi tasavvuru, eyvallah. (Keşke dinlerken not aldığım sayfanın nerede olduğunu bulabilsem şu anda, ama zor, kalkışmayacağım.) Ve tüm bunların düğümlenip, zurnanın zırt diyeceği noktalara gelindiğinde yusyuvarlak kavramlarla bağlayıvermeler. Ne anladım ben bu işten? Zaten ne dediğin de anlaşılmıyor M. Mouffe, bir de hitabetin pek kötü. Çattık valla. Neyse, gereksiz uzatmaları kesiyorum, zira derdim meramını zerre bilmediğim bir ‘düşünür’ ve onun kuramları hakkında ahkam kesmek değil. Gördüğüm bu şaşkınlıksız hayalkırıklığının düşündürdükleri daha çok. Mesela bu kadının bu kadar tanınan ve kıymet verilen bir akademisyen olabiliyor olmasını ancak iki şeyin açıklayabileceğini düşündüm: bir, o akşamki günlük kötü performansı; iki, yazma konusunda muhteşem yeteneklerle donatılmış olabileceği. Neyse, düşündürdüklerinden kastım bunlar da değil. Beynimin altındaki kavram baklası: “sınır.”

Sınırına götürülmeden bırakıldıkta, bir düşüncenin ya da (yusyuvarlayarak) söylemin nasıl yavan geldiği, kaldığı. Ne ki sınırlara taşıma çabasının, sınırlarda sorgulama ve açımlama sevdasının, en nihayetinde, beyhudeliği. Hadi o kadar kötümser perdeden konuşmayayım, değer miliği.

Mouffe’tan günler sonra aklıma düşen bir cümle: değişim, sınırlarda ısrardandır. Tıpkı (sadece kafiye olsun diye değil) sükutun ikrardan olduğu gibi. Değişim ne kadar karşılıyor aklımdakini çok da emin değilim. Hareket mi demeliydim yoksa, ya da devinim falan mı? belki de… Yolda yürümek mesela, adım atmak, en basitinden, ayağının yerle teması sırasındaki sürtünme sınırında ısrar etmekten başka bir şey midir? Ya da bir yudum şarap içebilmek: suyun kohezyon kuvvetini aşmakta ısrar edip onu akışkanlaştıracak kadar zorlamak. Biliyorum, kulağa çok mühendisyen geliyor, ya da 'if you like' Hegelyen. Ama derdim o da değil.

Başa sarıyorum, aslında her şey yukarıda zikrettiğim tarihten altı gün evvel başlamış, ben bunu daha sonra fark etmişim. Zaten bir şeyin ne zaman başladığı ancak başlangıcın üstüne onu başlangıç yapacak başka bir şey olmasından sonra ortaya çıkmaz mı? Antrparantez: Geçenlerde saymaya sıfırdan başlamakta ısrar eden kimdi? Yo, hatırladım. Sıfırdan başlamak değil, sıfıra kadar geri saymaktı o, kontak oynarken, tabii ki Beril… Antrparantez sonu. Çıkar. İşte bu sebepten, saymak (üç diyenlerin de kendince haklı yanları olduğunu kabul etmekle birlikte) ikiyle başlar. Bire geri dönersek, sınırlar mefhumunda… ne diyordum, altı gün önce. Evet, tarih 23 Eylül, bir konser. Meşhur pinpon mekanımız Overtoom 301’in sitesinden haberdar olup merak ettiğim, sonra da fırsat bulup kulak vermeye gittiğim bir “deneysel-caz” konseri. Konser demeye pek çok şahit isterdi aslında, malum konser dediğin, etimo sebeplerle bir kalabalık toplaşma gerektirir. Oysa bu iventimizde, hepi topu 5-10 kişi dinleyici rolüne soyunmuştu. Elbette mesele bu da değil, bunlar hep kandaki alkolün yol açtığı laf kalabalıkları. Bu safsata kısımları için, bir şarkı ismini anmam gerekirse, binlerce özür.

‘Konser’ iki kısımdan oluşuyor. Önce Alamanyalı bir kontrbasçı abimizin tek kişilik performansı, sonrasında da nispeten tıfıl iki arkadaşın (bir bas bir sampler) elktro-deneysel takılmaları. Merak edenler için, ki etmiyorsanız daha fazla okumasanız da olur, etkinliğin resmisi şu:



İlk abimiz Sebastian Gramss, ikinci düomuz da Ballrogg. (Evet, isimlerin sonlarındaki çift sessiz ısrarı hayli Beckettvârî – salt tesadüf mü? Bir şey demiyorum.)

Gramss’ın performansı, kontrbasını yayı ve elleri vasıtasıyla mıncıklamak, dürtüklemek, tıkırdatmak ve pek nadiren gıcırdatmaktan ibaretti. Dolayısıyla deneyselliği tamam da, caz ve hatta müzik olduğu su götürürdü. Fakat gelin görün ki beyni tahrik edici, kulak verdirtici bir yanı vardı. Tıfıl biraderler ise, karşılaştırıldığında, deneysel ‘müzik’ yapıyorlardı gerçekten. Ama olmuyordu, olmuyordu. İkinci kısım sırasında sıkılıp bara seğirttiğimde, o akşam tesadüfen orada barmenleyen Serhat’la S.O.S oynarken bu durumu saçma fakat bir o kadar afili tabirlerle özetleyen cümlelerden de kurmuştum hattâ – şimdi elbette cümleten unuttum söylediklerimi. Velhasıl kelam, “sınırlar” düşünedurması aslında orda düşmüş kafama. Sathı icra yoktur, hattı icra vardır iyi deneysellikte düşüncesi orada beliribelirivermiş.

Sonra efendim, bir yılı aşkın bir süredir okumakta olduğum bir kitabın, Rüdiger Safranski’nin Heidegger: Bir Alman Üstat adlı nadide yaşamöyküsümsü metninin bir yerinde (ki nefis Türkçe çevirisinden dolayı Ali Nalbant’a naçizane takdir sunasım vardır) bu “sınır” kavramı bir başka veçhesiyle karşıma çıkar. Aslında hep düşüneyazdığım bir boyutu olsa da, karşıma çıktığı bağlam etkileyicidir. Heidegger’in Mayıs 1933’te Nazi Almanyası’nda Freiburg Üniversitesi’ne rektör olarak atanmasının ardından yaptığı ve Nazi iktidarıyla cilveleştiği meşhur Rektörlük konuşması akabinde, Karl Jaspers’in, bu konuşmadan için için iğrenmesine karşın Heidegger’e duyduğu ‘saygı’ ve süregelen derin dostlukları neticesinde üstada yazdığı mektupta söyledikleri: “Felsefenize olan güvenim… bu konuşmanın çağa uygun olan bazı özellikleri, içindeki bana biraz zorlama gibi gelen şeyler ve gayet boş bir tınıya sahip gibi görünen cümleler yüzünden sarsılmamaktadır. Bütün olarak, birinin hakiki sınırlara ve kökenlere dokunur şekilde konuşabilmesinden ötürü mutluyum” (a.g.e.; s.358).

Mutluluk?

3 Eki 2010

Şeyler

Incalculable are the benefits civilization has brought us, incommensurable the productive power of all classes of riches originated by the inventions and discoveries of science. Inconceivable the marvelous creations of the human sex in order to make men more happy, more free, and more perfect. Without parallel the crystalline and fecund fountains of the new life which still remains closed to the thirsty lips of the people who follow in their griping and bestial tasks.

Malcolm Lowry

...

Böylece onlar ve dostları, sevimli ve tıklım tıklım dolu dairelerinde gezileriyle, filmleriyle, kardeşçe bir dostluk içinde geçen ziyafetleriyle, kusursuz tasarılarıyla yaşıyorlardı. Mutsuz değillerdi. Kaçamak, anlık bazı yaşam sevinçleri günlerini aydınlatıyordu. Bazı akşamlar yemeği yedikten sonra masadan kalkmaya karar veremiyorlardı; bir şişe şarabı bitiriyorlar, cevizleri kemiriyorlar, sigaralarını yakıyorlardı. Bazı geceler gözlerine uyku girmiyordu; yarı oturur halde, yastıklara dayanarak, aralarında bir küllük sabaha dek konuşuyorlardı. Bazı günler saatlerce sohbet ederek dolaşıyorlardı. Vitrinlerin camlarında gülümseyerek kendilerine bakıyorlardı. Her şey kusursuz gibi geliyordu onlara; serbestçe yürüyorlardı, hareketleri rahattı, zaman onlara yetişemiyor gibiydi. En küçük hareketlerinin –bir sigara yakmak, bir külah sıcak kestane almak, bir istasyon çıkışında kalabalığın arasına ustalıkla karışmak– onlara, tükenmez bir mutluluğun dolaysız, somut ifadesi gibi gözükmesi için, kuru soğuk, rüzgârlı bir günde, günbatımında, sıcacık giysiler içinde sokakta, acelesiz ama sıkı adımlarla bir dost evine doğru yönelmiş olmaları yeterliydi.

Ya da bazı yaz geceleri, hemen hemen hiç tanımadıkları mahallelerde uzun uzun yürürlerdi. Yusyuvarlak bir ay gökyüzünde parıldar ve donuk ışığı tüm nesneleri aydınlatırdı. Issız, uzun, geniş, yankılanan yollar eşzamanlı adımların altında çınlardı. Tek tük birkaç taksi, neredeyse sessizce, ağır ağır çekip giderdi. O zaman kendilerini dünyanın efendisi gibi hissederlerdi. Anlatılmaz güçleri, inanılmaz gizleri ellerinde tutuyormuşçasına, tanımadıkları bir coşku duyarlardı. El ele tutuşarak koşarlar, kaldırımlar boyunca kaydırak, seksek oynarlar, hep birlikte bağırış çığırış Cosi fan tutte’yi ya da Messe en si’yi söylerlerdi.

Ya da bir restoranın kapısını iterek içeri girerler, tapınma derecesindeki bir coşkuyla çevredeki sıcaklığa, çatal bıçak seslerine, kadehlerin çınlamasına, alçak sesli konuşmalara, bembeyaz örtülerin vaat ettiklerine bırakırlardı kendilerini. Şaraplarını büyük bir ciddiyetle seçerler, peçetelerini açarlardı; işte o zaman, baş başa, sıcacık, yeni yaktıkları ama az sonra mezeleri gelince söndürecekleri sigaralarını içerlerken, yaşamları salt bu güzel zamanların bitmez toplamı olacakmış, her zaman mutlu olacaklarmış gibi gelirdi onlara, çünkü mutlu olmayı hak ediyorlardı, çünkü mutluluğa hazır olmayı biliyorlardı, çünkü mutluluk içlerindeydi. Karşı karşıya otururlardı; yemeği acıktıktan sonra yiyeceklerdi ve bütün bu nesneler –beyaz kaba dokuma örtü, mavi bir leke gibi duran bir paket Gitanes, porselen tabaklar, biraz ağır çatal kaşıklar, kadehler, taze ekmek dolu hasır sepet– içten içe duyulan, uyuşmanın sınırındaki bir zevkin her zaman yeni çerçevesini oluştururdu: hızın verdiği duygunun bir bakıma tıpkısı, bir bakıma tam karşıtı olan, müthiş bir durallık, müthiş bir doluluk duygusu. Bu hazır masayla birlikte mükemmel bir eşzamanlılık izlenimine kapılırlardı: dünyaya gömülmüş, onunla uyum içindeydiler, orada rahattılar, korkacak hiçbir şey yoktu.

Bu iyi işaretleri açığa çıkarmayı hatta yaratmayı belki de başkalarından biraz daha iyi biliyorlardı. Kulakları, parmakları, damakları sürekli fırsat kollarcasına, ufacık bir olayla hemen kendini gösteren bu uygun anları bekliyordu. Ama, kendilerini yavan bir dinginlik, sonsuzluk duygusuna bıraktıkları, hiçbir gerilimin bozamadığı, her şeyin dengede durduğu, hoş bir yavaşlık içinde bulunduğu böyle anlarda, sevinçlerinin gücü, kendinde geçici ve dayanıksız olan ne varsa hepsini öne çıkarıyordu. Her şeyin bir anda yerle bir olması için çok büyük bir olay gerekmiyordu: en küçük uyumsuzlukta, basit bir kararsızlık anında, fazlaca kaba bir işaretle mutlulukları paramparça oluyordu: hep neydiyse yine o oluyor, bir çeşit sözleşme, satın alınmış bir şey, zavallı kırılgan bir nesne, onları şiddetle, varoluşlarındaki, öykülerindeki en belirsiz, en tehlikeli yana gönderen basit bir soluklanma anı olup çıkıyordu.



Kapılar önlerinde açılıyordu. Gökyüzünün ortasında havuzları, okuma odaları, sessiz odaları, tiyatroları, bahçeleri, akvaryumları, kuşhaneleri, iç avluları, yalnızca kendi kullanımlarına göre tasarlanmış küçük bir odanın dört kesik yüzeyinde dört Flaman portresinin göze çarptığı minicik müzeleri keşfediyorlardı. Bazı salonlar salt kayalıktı, diğerleri ise salt cangıldı, bazılarında deniz dalgalanıyordu; yine bazılarında tavus kuşları dolaşıyordu. Daire biçiminde bir salonun tavanından binlerce flama sarkıyordu. Sonu gelmeyen labirentlerde nefis müzikler çınlıyordu; abartılı şekillerdeki bir salonun işlevi, göründüğü kadarıyla, sonsuz yankılar yaratmaktan başka bir şey değildi; bir diğerinin zemini, günün saatlerine göre çok karmaşık bir oyunun değişken şemasını sergiliyordu.

Uçsuz bucaksız bodrumlarda, göz alabildiğine uysal makineler çalışıyordu.


Georges Perec, Şeyler (1965)

24 Ağu 2010

Müteferrik Zurna - III

Bak, hatıralar hayal oldu.

Üç haftalık Türkiye maceram o kadar güzel geçmiş, o kadar güzel geçmiş ki, sıfır kötü geçmiş. Şimdi yazmaya elim varmıyor desem yeridir, mevcut gerçekliğin o yükseklikten düşünce beton etkisi yapması korkumdan. Fakat okurlarımızın tepkisizliğinden azade, sorumlu yayıncılık anlayışımız gereği zurna taksimimizin sonuna kadar gidiyoruz.

***

Pelin ile memleket sathına İstanbul Atatürk havalimanından girişimizi, planladığımız üzere dosdoğru Bursa geçişi takip etti. Ancak bu geçiş uğruna Cumartesi gece yarısını biraz geçe Esenler’e vardığımızda, olmaz dediğimiz oluyor ve Bursa’ya giden hiçbir otobüste yer olmadığını, en yakın otobüsün 3’te olduğunu öğreniyorduk. Her ne kadar biz onu teğet geçmeye çalışsak da İstanbul müstehzi bir sırıtışla bize ‘hoşgeldiniz!’ diyordu. Azmettik, metanetimizi koruduk ve söz konusu araçtaki yerimizi aldık. Sabah altı sularındaki feribot geçişimiz sırasında sakin Marmara suları üzerinde ağarmaya çalışan günün karşılaması ise çok daha misafirperverdi. Hoş olduk, Bursa’ya geldik. Fakat yine yarı-mazoistik planımız devreye giriyor ve burada yarım günlük bir pit-stop’un ardından aynı günün akşamı İzmir’e doğru yola koyuluyorduk. O da oldu, geçti. Fakat itiraf etmem gerekir ki Hollanda’nın yarım saatte şehir, bir buçuk saatte ülke değiştirmeye elveren coğrafyasına biraz alışmış olduğumu fark ettim, sıkmadıysa da uzun geldi yollar. Neyse efendim, Türkiye’ye ayak basışımızın 24 saat sonrasında ilk gerçek durağımız olan İzmir’deydik. Hızlı sarmak gerekirse, ev, aile, güneşin gerçek yüzü, yemeğin hası, Erk’i ve elbette Saygın’ı görmek suretiyle ilk birkaç gün geçti.

En azından ayrı bir paragrafı hak eden buluşma ise bir Alsancak akşamında laf arasında Saygın’dan Burak Gürel’in de buralarda, tam olarak Çeşme’de olduğunu öğrenmemle başladı. Görüşmediğimiz yılların sayısı bir elin parmaklarını geçmemiş olsa da, hatırlamak için bir süre kafa patlatmayı gerektirecek kadardı. Heyecanla “gidelim o zaman” dedim. İki gün sonra aynı üçlü, Burak’ı dergâhında ziyaret etmek üzere atlayıp Çeşme’nin yolunu tuttuk. Şu kadarını söylemekle yetineyim; hani genelde ancak geriye dönüp bakıldığında hissedilen bir duygudur ya mutluluk, orada geçirdiğimiz bir gün, istisnai biçimde farkındalıklı bir mutluluk haliydi benim için.

Çeşme dönüşü sırada tatilin ‘gerçek tatil’ safhası vardı. İlk hedefimiz Dalyan’dı. Yine birtakım oto ve mini-büs yolculuklarının ardından, Özge hanımın da katılımıyla Dalyan’a vardık. Kanal kenarında bir pansiyon bulup yerleştik. Dalyan’ın doğa olayı olarak güzelliğine edecek laf yoktu. Ancak ilk günün sonunda iki sebepten dolayı ufaktan huysuzlanmaya başlamıştık: birincisi denize girmek için her seferinde tekneyle İztuzu Plajı’na yarım saatlik bir yolculuk yapılması gerekliliği (üstelik deniz de çok dalgalıydı), ikincisi yabancı turistlerin ve ona bağlı olarak ‘turistik’ tatil atmosferinin beklediğimizden çok daha yoğun olmasıydı. Gün boyu kenarında eğleşip istediğinde girip girip çıktığın bir denizin ve insanın kafasını ve ruhunu nadaslayabileceği bir huzur ortamının bulunmadığı yerde tatil mi olurdu? I-ıh.. Özge’nin üçüncü gün sonunda zaten bizden ayrılacak olması sebebiyle odamızı üç günlüğe tutmuş olmamızı fırsat bilip bu süre sonunda Dalyan’ı terk etmeye karar verdik. Şöyle cümlelerle Ortaçgil’e kızarak Dalyan’la hesaplaşmamızı nihayete erdirdik: Bunun kesin böyle yukarılarda bir evi varmıştır, orada manzaraya karşı pinekleyip durmuştur. Denize de girmiyordur kesin.

Dere geçerken at değiştirmek neyse de, tatil yaparken yer değiştirmek konusundaki kararlılığıma ve azmime, üstelik tam da en tatilin ta göbeğinde, ben bile şaşırdım. Yeni hedefimizi belirlememiz pek zor olmadı. Madem ne istediğimizi biliyorduk, bunları nerede bulabileceğimiz de belliydi: bir yıllık kadim dostumuz Datça-Palamutbükü. Her ne kadar köy kahvesi restorana dönüşmüş, pansiyoncu Yılmaz abi plajda pulları kayboluyor diye tavlayı tedavülden kaldırmışsa da, oraya vardığımız andan itibaren gelişimizle ilgili tüm cümlelerimiz “iyi ki”lerle doluydu. Mahmut Hoca Dalyan’dan arayıp “n’aaptın sen oğlum?” diye sorsa, gönül rahatlığıyla “sevdim hocam” yanıtını verirdim yani. Sayılı gün çabuk geçti, zamanın ‘tatil’e en bir layık karakterde aktığı günler sona erdi. İzmir’e dönüldü.

İzmir’de ev ve aile havası ciğerlere doldurulduktan sonra, göçmen balıklar gibi geldiğimiz yolu gerisin geri dönmeye başladık Pelin’le. Önce Bursa, orada geçirilen iki güzel gün; oradan da ver elini İstanbul.

Eşyaları eve bırakıp kendimizi dışarı attığımızda, insanlarla ilk buluşma efsanevi bir kadrajla açıldı: Ekürik sevdicekler Zeyno, Emre, Beril ve Aylin, hepsi aynı karede. Erayıngözlerispor böyle bomba bir kadroyu bir arada en son ne zaman görmüştü, bilemedi. Ben diyeyim 10, siz deyin 15 sene önce. Sonrası muhabbet, sonrası güzellik; sonrası tadından yenmez gerçek bir oyun gecesi. Tabii tüm bu yaşananlar su yakmadığı için günler birer birer akıp gitti ve sona gelindi.

Son gün sabah erken kalkılıp uykulu Emre ve uykudaki Aylin’le vedalaşıldı, Sirkeci’de anne ve ‘teyze’yle buluşulup başladığımız nokta olan havalimanına ulaşıldı. Ardından İstanbul, sevgili insanlar, güneş, deniz, ayran simit, gürültü patırtı, ne varsa, tarafımdan bir valize dolduruldu. Bu valiz elbette bagaj limitini aştığından check-in’den geri çevrildi. Ben de elimi kolumu sallayarak, kanat bir çırpmadan bir anda kendimi Amsterdam’da buldum birden.

Arkada kalan valiz bir tarafa, beni karşılayan berbat hava (en azından o karşılamaya gelme zahmetinde bulunmuştu), beni deprestirdi gelir gelmez. Ertesi gün yapılan iş başı, başımı çoktan aşmış işler, insanlara ve çalışma haline adeta sıfırdan başlamanın sevimsizliği pek bir sıkıcıydı. Özellikle ilk iki gün öğğvk tadında geçti. Üçüncü gün, dönmüş olduğuma ikna olabilmek adına sarıldığım bisikletim ve yalancı güneşin amorti ışıkları, kabaca akort etti ben-bura enstrümanını. İnce ayarlar için, çalışmalarım devam ediyor.

Hafta sonu ufak çaplı bir uluslararası film festivali kapsamında Bal’ı izledim sinemada. İzlerken kafa ayarımın eksikliğinin de etkisiyle filmin bütünün kavrayamadığım, bu konudaki cahilliğim yüzünden manevî ve dini göndermeleri ıskaladığım hissine kapıldım. İyi de bunu gayrımüslüm arkadaşlar nasıl anlamış da ödüller falan vermişler, hayret, diye geçirmekten alamadım kendimi. Ancak sonradan açıp baktığımda kazın ayağının bundan ibaret olmadığını görmemle taşlar yerine oturdu. Görüntü yönetimi ve ışık konusundaki nefis işçiliğin ötesinde takdir kapsamım genişledi, tekrar izleme ihtiyacı hâsıl oldu. Bu vesileyle tavsiye etmiş de olayım.

Son olarak, daha Gamehunters’da olaya girememişken, Cumartesi gecesi evde kendime verdiğim tek kişilik parti sırasında hızımı alamayıp yeni bir grup daha kurdum, aklıma gelmişken yapıvereyim de sürüncemesin düşüncesiyle. Pek yakında paylaşacağımdır hepinizle.

Görüşebildiklerimizi arsız bir özlemle,
görüşemediklerimizi de muhayyıf bir hasretle
öperimler!

SON


PS. Söz konusu güzelim tatil günlerine ilişkin tadımlık görseller şuralarda bir yerlerde olacak.

22 Ağu 2010

Müteferrik Zurna - II

Önü dün.

P1 dâhilindeki bir diğer mühim faaliyetimiz, temmuz başında gerçekleştirdiğimiz Paris gezisiydi. Bu seyahat her şeyden önce benim Hollanda dışına ilk çıkışım olması itibariyle anlamlıydı. Ayriyeten, herhangi bir Newton mekaniği nesnesinin aksine tek başımayken atalet katsayımın yüksek olması ve dolayısıyla Pelin olmasa kim bilir ne zaman yapacağım bir teşebbüs olduğu için özel, Beril’in muhteşem mihmandarlığı ve misafirperverliği ile teptiğimiz yollar ve geçirdiğimiz zamanlar ile güzeldi. Meraklısı için bunun da fotoğrafları mevcut feysbukta. Biz orada bulunduğumuz süre boyunca Beril’in adeta bir uzvu haline gelen Paris haritası ve günde en az 5 kez yapılan bir sonraki gün planlarıyla ‘bilinçli şaşkın turist’ halimiz görülmeye değerdi. Hatırda kalan başlıca anlardan bir demet;

-doyumsuz kahvaltılar,
-Kiç Bar’da içilen Shrek,
-Pont Neuf (alt-an: Beril’in bir fotoğraf pozu için şuursuzca yolun karşısından koşuşu),
-güzelim Rodin evi ve müzesi (alt-an: bahçeye bir defile için kondurulmuş sera kılıklı ucube yapı),
-Lüksemburg bahçeleri,
-Monopol’ün Brezilya versiyonunu oynarken bir kartı bir türlü alamayan Salim’in üçümüzü kendisine karşı ittifak oluşturmakla suçlayıp iflas etmesinin ardından Pelin, Beril ve benim bu komplo teorisinin haklı olmadığını kanıtlamak için saatlerce oyuna devam edip aramızdan bir monopol çıkaramadan sabahın erken saatlerinde oyunu bırakmak zorunda kalışımız,
-son gün Pere Lechaise turu (alt-an: dakikalarca Merleau-Ponty’nin mezarını arayıp sonunda buluşumuz).

Fakat genel olarak Paris, keşmekeşi, zahmetli ulaşım düzeni, pisliği, aşırı turist kalabalığı vs. ile tam bir çullanık metropol olması nedeniyle, Amsterdam’dan sonra çok da cazip gelmedi doğrusu. Biraz daha abartıp İstanbul’u beğenmeyen o şovenist İzmir yaklaşımıyla söyleyecek olsak: Amsterdam güzel Paris boktandı.

Paris faslını da tamamlayıp eve döndüğümüzde, Amsterdam’da geçirdiğimiz müteakip haftaların bana kalırsa en önemli olayı, (ufak bir ses yumuşatmasıyla P4 olarak da anılabilecek olan) bisikletlenmekti. Aylardır pek çok farklı kişinin Amsterdam’da bisikletsiz yaşıyor oluşuma şaşırmaları ve Aylin’in neredeyse haftasonu-aşırı beni bisiklet almaya davet etmesi gibi itici güçlerin kümülatif etkisi yeter seviyeye ulaşmış olacak ki, nihayet Pelin’le gidip 2 gün arayla kendimize elden düşme birer bisiklet aldık. Tez zamanda sevdik bisikletlerimiz, benimsedik. Çift sarılı yaz günlerinin ikinci sarılarında akşam turları yaptık, mutlu olduk. Yalnız Aylin’den öğrendiğime göre burada her bisikletin bir adının olması gerekiyormuş, trafikte polisler çevirip adını sorabiliyorlarmış. Benimki hâlâ anonim; önerilerinizi beklerim efendim.

İşte bu güzel Amsterdam günlerimizin sonunda sıra büyük yıllık iznim çerçevesinde Pelin’le Türkiye’ye dönüşe gelmişti ki, yazın son oyun gecesinde, o sıralar Britik sularda mukim Ali Rıza ve Sümerjan kıvılcımlı yeni bir oyun örgütlenmesi projesi hâsıl oldu. Tatile başlamadan hemen önce ayak(skype)üstü 4 kişilik bir toplantı çevirip, ne yapılabilir nasıl olurları konuştuk. Haberdar olmayanlar için özetlemeye devam edeyim, her şey Greenwich’de küçük ama etkileyici bir ürün yelpazesine sahip mahalli bir oyun dükkânından feyz almakla başlıyor. (Merak edenler için söz konusu oyuncakçının sitesi). Başta kutu oyunları olmak üzere envai çeşit oyun satan bu dükkân görülünce deniyor ki ‘aa, biz de böyle bir şey yapsak ya!’ Sonra olaylar gelişiyor, daha doğrusu henüz gelişmemişse de 22 Temmuz tarihli sıfırıncı toplantıda ne yönlere doğru gelişebileceği konuşuluyor. İlk evvela tercihen online ortamda bir oyun havuzu oluşturulması eylemliğinde karar kılınıyor. Bunun için isteyen herkes gelsin, bildiği ya da yeni öğrendiği oyunları paylaşsın, bissürü oyunumuz olsun; daha çok öğrenelim, paylaşalım, oynayalım şiarı benimseniyor. Tıpkı Ali Rıza’nın hazırlayıp ilgimize sunacağı Oyun Bildirim Formu gibi; böyle bir ortaklık için geçtiğimiz günlerde dünyaya gelen haberleşme grubumuza da hepinizi dört gözle bekliyoruz (http://groups.google.com.tr/group/gamehunters). Pek yakında faal duruma geçeceğini umduğum bu heyecan verici organizasyonda ne kadar çok olursak o kadar güzel olacağızdır bence. Sence de mi?

İkinci tefrikayı burada noktalarken, bugün yaklaşık iki ay aradan sonra yeşil sahalara dönüş yaptığımı, bundan duyduğum coşkuyu ve rahatlamayı paylaşmak, ancak futbolun içinde olan minik bir sakatlıktan payıma düşeni alıp sağ ayak başparmağımı morartmış olduğumu bildirmek isterim. Üçüncü bölümde Türkiye ayağına da değinip yazmalar arasındaki tüm mesafe-i vakti kat etmeği ümit eder, gözlerinizden öperim.

Arkası yakın.

21 Ağu 2010

Müteferrik Zurna - I

Buruşturulmuş kağıtlar dolu kafamın içi. Yaşamakla yazmak arasında yapılması gereken bir tercihten söz ederdi Sartre Sözcükler’de. Kafama saplanakalmış açmazlardan biridir ilk gençlik yıllarımdan bu yana. Ne zaman yazmaya kalksam ve yaşadıklarımı düşünsem bu gelir aklıma. İki arada bir derede kalakaldığım ve nereden başlayacağımı bilemeyerek ikisini de ıskaladığım hissine engel olamam çoğu zaman: belki de benim trajik hatam da budur. Yoksa trajik doğrum mu demeli? Bakıyorum da, o kağıtları boşuna buruşturmuşum bir kenara atmadan önce. Üstüne yazdıklarım ben yazmaya davranmadığım anda silinip gitmiş zaten. Mürekkebi içime akmış mıdır, bilinmez.

Zurnada peşrev olur mu olmaz mı denemesinin sonu.

Buraya yazmasız geçen zamanlar ekseriyetle güzellik doluydu. Hepsi de yazın güzelliği eşliğinde ve dâhilinde... Kötü bir köşe yazarı edasıyla bir 3P grubu yapabilirim öncelikle. Pelin kokulu Amsterdam günleri, büyük Pearl Jam vuslatı, Paris seyahati.

Haziran sonundan başlayarak Pelin’le burada geçirdiğimiz bir ay, Amsterdam’da geçirdiğim en güzel aydı kuşkusuz. Şimdi dönüp bakıyorum da basbayağı ruhumu aymış o günler. Buraların en kıymetli nimeti olan güneşin gece onlara, on birlere kadar yüzünü gösterirliği ile çift porsiyon günler; bu günlere sığdırılmış parklar, bahçeler; trenler, gezmeler ve yemeler, içmeler, en geniş anlamıyla tebdil-i mevsimin ne kadar ferahlatıcı olabileceğini gösterdi bana.

Zaten diğer iki P de bu bağlamda can buldular.

Tarih: 27 Haziran, yer: Nijmegen Goffert Park. Popüler müzik dinleyiciliği hayatıma 90’ların ortasında girmiş ve oradaki heyecanlı yerini bir şekilde koruyabilmiş belki de tek grup olan Pearl Jam’in, altındaki 7-8 alt grup ve şarkıcıya ayıp olmasın diye ‘tek günlük festival’ olarak kayıtlara geçen konserindeyiz. İçimdeki yeniyetme heyecan damarlarının hafiften canlandığını hissetmenin verdiği heyecan ve buna mukabil “acaba Pearl Jam yaşlanmış mıdır, Eddie’nin böceği ölmüş müdür?” endişelenmeleri, bünyemdeki başat duygular. Hollanda’da yaşayıp yaşayabileceğiniz belki de en güneşli ve sıcak gün. Haydari ve Pelin’le konser alanına öğlen 2-3 gibi giriyoruz. Bir festival geleneği olaraktan ana ve baba sahneler arası yalandan mekik dokumalar, boktan biralarla serinlemeye çalışmalar, asıl konserin heyecanı ve sıcağın bunaltıcılığı neticesinde diğer çalanlara yeterince kulak verememelerle geçen 3-5 saatin ardından, her şey Ben Harper ve saz arkadaşlarının sahne alışı sırasında başlıyor. Ana sahnenin PJ öncesi son konuğu olan Bengiller, bana kayıtlarından duyageldiğimden daha iyi müzik yaptıkları ve daha iyi müzisyenler oldukları izlenimi veriyor. Dikkatimizi ve kulaklarımızı sahneye odaklayıp bunu takibe geçiyoruz. Fakat alandaki esas kalabalık halen ısınma turları havalarında ve serinleme çabalarında festival curcunasına kapılmış, toparlanamamaktalar. O da ne! Bir de bakıyoruz ki bizim Eddie sahneye gelmiş, Ben’le hoşbeş ediyor. Tabii kitlede bir hareketlenme, irkilme; ufak çaplı bir göz parlaması. Birlikte söyledikleri Under Pressure ile Eddie seyircinin nabzını yoklamış, Ben Harper’ı dinleyenler bir nevi ödüllendirilmiş ve bendenizin de yüreğine sular serpilmiş oluyor - Eddie’nin böceği de enerjisi de gayet yerinde.

Derken konser saati gelip çatıyor. İstisnasız her albümden en az bir, PJ’i PJ yapan ilk üç albümden (burada Yaşar’ın ‘üç albüm’ teorisi bir kez daha kanıtlanıyor) en ikişer olmak üzere tüm PJ diskografisinden güzel bir playlist, Eddie Vedder’ın hâlâ müthiş sesi, bitmeyen enerjisi ve yakışıklı sevimliliğiyle su gibi akıp geçiyor konser. Görmemiş olanlar için bunlar da birtakım görseller. Ardından kulak passız ve müsterih bir şekilde istasyonun, oradan da Amsterdam’ın yolunu tutuyoruz gecenin kör saatlerinde. Yorgun ve fakat mutlu bir şekilde. Kulak pası deyince aklıma geldi. Konserden önce sağ kulağım gerçekten de paslıydı, şöyle ki, önceki hafta boyunca hayatımın ilk kulak tıkanıklığı problemiyle cebelleştim. Günlerdir bildiğiniz yarı-sağır olarak işe gidip gelmekte ve yaşamımı sürdürmekte, bir yandan da böyle bir şanssızlığın PJ konserine denk gelecek olmasına üzüm üzüm üzülmekteydim. Sen yılllaaar sonra adamları canlı dinleme fırsatı yakala, onda da stereo dinleme keyfinden mahrum kal. Hiç yoktan iyidirlerle kendimi avutma temrinlerim işe yaramıştı ki, konser için evden çıkmadan yarım saat önce kulağım açıldı. Yüzüme ne kadar yansımıştı bilmiyorum ama, içimde tarifsiz bir rahatlama ve buna bağlı aptal bir gülümseme oluşmuştu. Demek ki neymiş, önemli olan niyet: Mevlana’nın da demediği gibi; görmeye niyetli körün gördüğü, körmeye güdümlü gözün gördüğünden ziyadedir. Kulak için tekrar etmiyorum artık, anladınız…

Şu an yazma kondisyonumun yetersizliğinden mütevellit, en azında bir ara verme ihtiyacı duyuyorum. E şimdi devamını yazmak bugüne kısmet olur mu olmaz mı bilinmez, yazılanlar da bayatlamasın hem diyerek, müteferrik şeytana uymayı uygun görüyor ve ilk tefrikayı sıcağı sıcağına sizlerle paylaşıyorum.

Arkası yarın
.

23 May 2010

Caz Eşliğinde Çimlerde Yuvarlanan bir Futbol Topuyken Güneş

İzmir dönüşü üstü kötü havalı günler geçeyazarken bir de üstüne gelen şampiyonluk kaçması sendromuna bağlı bulutlu ruh hali nihayet yerini güneşli günlere bırakıyor.

O günlere fazlaca dönmemek adına, geçtiğimiz hafta Haydar artı iki arkadaşın Amsterdam ziyareti günlerini es geçiyorum ister istemez.

Bir ‘uzun hafta-sonu’nun daha ortasındayım; Pazartesi tatil zira. İşte bu hafta sonunun dününden başlıyorum. Bir süredir Rotterdam’da mukim Caner’le nihayet dün buluşacaktık, buluştuk da nitekim. Kalabalıkça bir arkadaş grubuyla yaptıkları günübirlik Amsterdam ziyaretleri bağlamında, güzel havayı da fırsat bilip Vondelpark çimlerini mekan seçtik buluşmamız için. Sözleştiğimiz zamandan biraz evvel gidip parktaki insan yoğunluğuna ve yine o insanların görmemişin güneşi görmüş çılgına dönmüşlüklerine şaşarak yürümekteyken, buluşma anımız telefonumun çalmasıyla değil, karşıdan koşarak gelen Caner’in üstüme atlamasıyla gerçeklendi. Sonrasında Caner ve şürekası ile birlikte biz de kalabalığa karışıp su kenarındaki tıklım tıklım çim sathına attık kendimizi, beraberimizdeki mebzul miktarda birayla. Bir ara Messi geldi yanımıza, fotoğrafımızı çekti. İnanmadınız değil mi? Buyurun buradan bakın... İçiş, konuş, güneş; saatler geçti. Benim kendini güneşe sermiş insanların serilgenlik derecelerini abartılı bulmuş olmama nispet yaparcasına, güneş bildiğiniz kavurucuydu, inanamadım. Kollarda, yüzlerde ve ışınlarla doğrudan temas eden insan yüzeylerinde kısık ateşte kavrukluk kızarıklıkları dahi peyda oldu. Derken -hâlâ beyaz- akşama döndü gün, yolcuların yollarına gidiş vakitleri geldi, hepsini bir tramvayla yolcu edip eve yürüdüm.

Parktan artan iki biraz eşliğinde gecenin son ve beklenen eğlencesi Şampiyonlar Ligi finali izledim. Güneş alnında gün içinde bünyeye akıtılmış olanların verdiği gevrek keyifle, salona girip çıkan ve ara ara maça bakan Steven’ın kayıtsızlığına aldırmadan İngilizce tepkiler verip yorumlar yaparak maç seyrini tamamladım. Bahsen verimli bir maç olmasının da verdiği müsterih ruh haliyle uykuya daldım.

Kahvaltının ardından, bu hafta üçüncü kez katılacağım Museumplein çimlerindeki futbol etkinliğine katılmak üzere fitbol ayakkabılarımı ve çantamı alıp tin tin yola koyuldum. 3-5 kişilik çekirdek kadroya karşın her hafta yeni insancıklar gelmeye devam ediyor. Aslen buranın yersizlerinin meydana getirdiği bu futbol tayfası çoğunlukla Fransızlardan, o çoğunluğun çoğunluğu da aslen Fransız olmayan Fransızlardan oluşuyor. Onlardan gayrı birkaç İngiliz, Amerikalı ve bir Fin var bildiğim. Bugün ayrıca, nedense Kolombiyalı olduğunu tahmin ettiğim bir Kızılderili genç ve yine Latin Amerika asıllı olduğunu sandığım ufak tefek bir kız vardı. Neyse efendim, yaklaşık iki saat, yine güneşin altında, oynanan maçın bitimiyle, açılmış ciğerler ve yorulmuş bir bedenle eve dönmem bir oldu. Duştu, azıcık dinlenmeydi derken, saat beşe gelmekte ve fakat güneş nereden baksanız daha 3-4 saat daha süreceğini bildiğim davetkar parlamasına devam etmekteydi. Hal böyle olunca ben de eve gelirken aklıma düşen ve belki de birkaç aydır boşladığım Haydarbar cazına gitme fikrimi olgunlaştırıp tekrar dışarı attım kendimi. Top tepmenin huzurlu ve hafifletici yorgunluğunu güzel havada yapılacak bir yürüyüşle dindirmek, çatlamış dudağıma birkaç bira serpmek ve kulakları paslanmış ruhumu bir tutam cazla beslemek giderek daha da parlak ve mutluluk verici bir plan gibi görünmeye başladı. Geçen birkaç saat bu öngörüleri teyit eder nitelikteydi. Yürümeye ve (önceki acı tecrübelerden sonra gönül rahatlığıyla söyleyemiyor olsam da) ‘bahar’ havasına doyamamış olacağım ki dönüşte de tabanvaydan vazgeçemedim. Üstelik yolda birkaç fotoğraf bilem çektim (çekmekle kalmadım, flikıra da yükledim hatta). Yarım saatlik bir yürüyüşün ardından eve geldiğimde ilk fark ettiğim şey ne kadar acıkmış olduğumdu. Gereğini yaptım ve odama çekildim. İşte o anlardadır ki yazmak düştü aklıma. Aslına bakarsanız yazmak konusunda beni harekete geçiren, yukarıda yazdığım yaşantılardan ziyade bir iki gün evvel aklıma düşen betimleyici bir mini oda anlatısı procesiydi. Bir anlamda bu yazının devamı olacaksa da, konsept olarak ayrı bir postu hak ettiğini düşündüğüm ve odamdan enstantanelerden meydana gelmesini tasarladığım bu anlatı için buyurun ‘odantik enstantaneler’e…

9 May 2010

Yumurtayı Vurmasınlar

Bir önceki yazının psikolojik teması olan 'bahar' küllen yalanmış: Geçtiğimiz hafta adeta güneşli bir balkondan perdeleri kapalı bir odaya yaptığım geçişin ardından bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Balkonun adı İzmir, odanınki malum… Üstelik güneşin bir kısmı sevdiğim insanlarken, (amster)odamın loşu pek kimsesiz bu aralar.

Üstüne bir de yalnızlık olunca biraz, ‘yazma da içinde yat’tı. Öyle yaptım. Şimdi belli belirsiz doğruluyorum kalkarmış gibi, odada bir pencere açma çabası diyelim.

Aslında çoğu zaman olduğu gibi yine yazamama sebepleri yazılacakları oluşturuyor. Başka deyişlerden biriyle, durmadan yazabilecek olsam yazacak bir şeyim olmazdı. Hayır, yalnız olanlar değildir elbet kalemi besleyen, ama insan şart. Tıpkı âmâ insanların şart olduğu gibi...

Demek ki neymiş, yazmaya sebep de olabiliyormuş insancıklar, yazmamaya bahane de…

Asaf’tı sanırım, şöyle bir şiiri vardı:

Bir şey olmasaydı yazmak olmayacaktı,
Başka bir şey olmasaydı silmek olmayacaktı.

(Kalem ve silgi değil tabii burada mevzu bahis, oysa, itiraf edeyim, bir okuyuşumda öyle düşünmek hoşuma gitmişti yıllar evvel.)

Bir de, benim daha sevdiğim Handke türeviyle,

Bir şey imkânsız hâle geliyor,
Başka bir şeyse mümkün.

[Eli saçmaların sonu]

* * *

Önce oyun toplaşamaması oldu galiba (ondan önce söz vardı aslında, zaten verilmiş sözler olduğu içindir ki bu eksiklik bir yazamayasıma maya oldu); sonra Nijmegen ziyareti; hemen arkasından Erk ve Peçel’le Amsterdam buluşması; akabinde İzmir günleri; müteakiben dönüş sancısı, kupa acısı, yumurta ekşisi…

Ve işte nihayetinde yazacak derman - ite kaka.

Nisanın en ortasındaki Cuma günü iş çıkışı, buradaki ilk hür iradeli şehir dışı seyahatim için trene atlayıp Nijmegen’a, Haydar’ı ziyarete gittim. Muhtemel anahtar sözcükler: güzel hava, küçük yeşil şehir merkezi, öğrenciler, tavlalı coffeeshop. Mesela böyle bir şeyler. Pazar günü 1,5 saatlik dönüş yolunu, üç tren değiştirerek ve yaklaşık 4 saatte gelebildiysem de, insani melekelerimi bilemesi ve kafa tazeleyici olması bakımından güzel bir hafta sonu olmuştu.

Hemen o haftanın perşembesinde, Polonyalı iş arkadaşımız Justyna’nın iş değişikliği sebebiyle aramızdan ayrılmasına istinaden ofisçenek bir akşam yemeğine gidildi. Bazaar adındaki eski bie kiliseden bozma mekân, gerek dekor, gerekse yemek ve müzik olarak oryantalizmin doruklarında dolaşmaktaydı. Mesela çalan müzikler, ortamda ancak bir dansöz varken anlamlı olabilecek nitelikteydi ve ben o akşam adana kebap yedim. Gecenin hemen başında henüz tek yudum almadığım bir bardak birayı ‘patronumuz’ Jacob’un üzerine devirivermem hatırlamaya değer eğlenceliklerden biriydi. Derken bu güzel akşam on sularında sonlandı.

Ancak gece benim için bitmiyordu. Zira hafta sonu geleceklerini bildiğim Erk ve Peçel kafilelerinden ilki, gün içinde öğrendiğime göre o akşam şehrimize teşrif ediyorlardı. Lisanstan pek sevdiği bir arkadaşım olan ve yıllardır görmediğim Erk’i görmek için bir sonraki günü beklemek olmazdı. Bazaar’dan çıkar çıkmaz onlarla (gidene kadar –lar’ın kim olduğunu bile bilmiyordum) buluşup (-lar, kardeşi ve sevgilisiymiş [kardeşinin sevgilisi değil]) birkaç saatlik hızlı bir özlem giderme ve yeme içme görüşmesiyle gece sonlandı.

Cuma akşamı daha etraflı bir görüşme oldu. İkimizin de sandığından daha uzun süredir görüşmemiş olduğumuzu idrak ettikten sonra, bu sürede bihaber kaldığımız ayrıntılarından bahsettik hayatlarımızın. Mesela görüşmediğimiz yıllar içerisinde İsviçre’de maymunların beyinlerine elektrot bağlayıp analizler yapan, kodlar yazan bir nöro-teknoloji öğrencisiyken şimdilerde algoritmik finans yaklaşımlarına merak sarmış müstakbel bir iş insanı oluşunun hikâyesini ne tepki vereceğimi bilemeyerek dinledim. Hatta bir süre anlam veremediysem de, daha sonra sıkıcı detaycı ve nasıl yanici sorularımla anladım hepsini…

Cumartesi günü Peçel ve ‘kız arkadaşı’nın Dublin’den gelip meclisimize katılmalarıyla, keyfimiz iyice arttı. Hoşbeş, kahve bira, şehir gezintisi ile geçen günün akşamında (tıpkı bir önceki akşam olduğu gibi) hepberaber bir coffeeshop’ın yolunu tuttuk. Ancak Peçel’in kısa sürede bünyevi çöküş yaşaması, Erk’in burun kanamasından mustaribiyeti, bana doğal olarak ‘siz de yaşlanmışsınız be’ dedirtti. İşte tam bu noktada güzel bir non-lineer yaşlanma hipotezi ortaya attım. Dedim ki, (5-10 yıl öncesini kastederek) tabii siz o zaman gençtiniz, teenager’dınız, şimdi yaş geldi otuza, yaşlandınız. Oysa ben, o zaman da yaşlıydım, o yüzden arada geçen sürede daha fazla yaşlanmadım. Bu mevzu üzerine konuşunca vardığımız sonuç, benim 15-16 yaş civarında 10 yıllık ani bir yaşlanmaya maruz kaldığım oldu. Üzerine biraz düşününce inanmadık, güldük. Ama içten içe düşündüm, acaba şakalardaki asgari ciddiyet payı ne kadardı?

Sonraki haftanın ortasına geldiğimizde, yeni bir heyecan ufukta belirdi: 5 günlük memleket ziyareti. Perşembeden pazartesiye annem, Özge, Pelin, Saygın; yemekler, deniz, güneş, Efes Pilsen, Yeni Rakı, vapur, nargile derken, güzelim İzmir günleri, şehri ve insanları ne kadar özlediğimi fark etmemle ve bir o kadar da çabucak geçti.

Dönüşümde beni karşılayan ıslak, soğuk ve ıssızca Amsterdam gecesi, kendimi sudan çıkmış balık gibi hissetmeme neden oldu. Rakı şişesinden çıkmış balık mı demeli yoksa? Tabii o anda bu hissin günlere yayılacağını bilemezdim. Yayıldı. Salı işe gittiğimde, normalde bir ayda gelen sayıda işin ve e-mailin üç iş gününde gelen kutuma akın etmiş olduğunu görmek, balıklığın öyle kolay geçmeyeceğinin de işaretiydi aslında –

Balığım, balıksın, balık.
Balıktım, balığım, balıkacağım.

Neyse ki Çarşamba buradaki sayılı resmi tatil günlerinden biriydi ve büyük bir şans eseri, Trabzonspor’la gündüz vakti abuk bir saatte oynayacağımız kupa final maçını izleyebilecektim. Tabii ne oldu, yine bize hüsran, bize yine hasret oldu, yine bize kupasız günler düştü. Nanemolla halet-i ruhiyem, bir darbe de oradan yedi. Bana ve Alex’in canım golüne yazık oldu. Kös kös köstepe oldum, akşama kadar evde oturdum. Neden sonra aklıma film izlemek geldi. Aa, mesela bir türlü izleyemediğim şu Kaplanoğlu üçlemesi var, dedim. Aradım buldum, Yumurta’yı izledim. İzlemez olaydım - demek konusunda tereddüt ediyorum. Filmi beğendim mi, bilmiyorum. Ama etkilendim, orası kesin. Gün ve hafta boyunca yüzüme yerleşen o asık surat ifadesi fizyolojik tepkilerimi katılaştırmamış olsaydı ağlayabilirdim hatta. Olmadı. Filmden sonra bir süre içimden istemsiz sayıklamakla yetindim: Yumurtayı vurmasınlar!

3 Nis 2010

Eklektik Yağmur Lacivertleri

Yağmur.

Bırakılıp açıp kalmış, yok yok, tutulup bir güzel açılmış kocaman salon penceresinden görünen caddenin ıslak ama dingin hareketliliği. Otomobil sesleri bile ıslak, böyle daha masum sanki. Bisikletler desen, zaten öyle.

Bir Cumartesi öğleden sonrası…
Yine yazmaya başlamayı güçleştirecek kadar uzunca bir yazmamışlık faslı.

Yazmur.

...

Geçen seferden bu yana bahar bir uğradı, baktı daha vakit var, tekrar geleceğim deyip yerini bir başka bahara bırakıp gitti. Günler uzadı iyiden iyiye. Mesela iş çıkışı hemen eve gelindiği akşamlar, yemekhazırlayıpyiyipkoltuğaoturduğunda bakıyorsun hâlâ aydınlık. ‘Gün’ü ‘gündüz’e dahleden dilin getirdiği bir şartlanma mıdır, yoksa çocukluk/gençlik yıllarından kalma bitimsiz yaz günleri hissiyatından mı bilinmez; daha çok gün, daha çok zaman yanılsaması hoş. Fakat havanın azıcık güzeliyle bile mahvolmaya hazır benler için, mahvoluş startı illa ki gece verilir. Sokağa adımını attığında içe dolan yumuşacık, tazecik, lacivert bahar/yaz gecesini içine çektiğinde.. (Bonus – yasemin kokusu)

Demem o ki, hâlâ deplasman sayılabilecek koşullarda nispeten az hasta oluyorum ama tamamen uzaklaşmak pek mümkün olmuyor çoğu zaman. Havaydı, beslenmeydi, bundan altı ay önce deney amaçlı yapmaya kalksam muhtemelen bedenimi iflas ettirecek sıklıkta duş almalardı derken, normal bence.

Ne oldu ne bitti diye düşünüyorum da.. Ha evet, düşmeye değer ilk not, birkaç hafta evvel buradaki ilk sportif faaliyetime imza attım. Biraz minörminnacık da olsa spordu: Nicedir Aylin’den duymakta olduğum fakat katılmanın bir türlü kısmet olmadığı pinpon gecelerinden birine iştirak ettim. Overtoom’daki kocaman binalı bir squatta her Salı gecesi düzenlenen bu etkinlik, çeşit çeşit insanın giriş katına yerleştirilmiş üç tenis masası etrafında toplaşıp sırayla ve döne döne pinponlamalarına dayalı. Beklediğimden daha kalabalık ve sosyalleşmeci olmasına karşın, toplaşma amacının her daim hakkının verildiği bir atmosfer vardı. Muhtelif insan karakterleri, tiplemeleri vardı, e bira da ucuzdu. Sevdim. İkinci gidiş ne zaman olacak bakalım.

Sonracığıma, iki hafta evvel Aylin’lerin bölümünün (ASCA) düzenlediği bir haftalık bir konferans etkinliği kapsamında bir akşam kısa film gösterimine iştirak ettim. Daha önce izlediğim Aylin-Emrah filmi Tabu’yu iki yıl aradan sonra bir kez daha izlemek çok keyifliydi. İnternet’te var mı bilmiyorum ama herkes izlesin. Bilmeyenler için özetleyeyim, kameramız özel olarak hazırlanmış tabu kartlarıyla sokaklarda dolaşıp insanlara Tabu oynatır. Kartları özel yapan ise gerçekten de memleketimizin güzide tabu meselelerine odaklanmasıdır (din, ordu, cinsellik, azınlık meseleleri vb).

Yalnız o akşam ortamın sosyal karakterinden hiç hoşlanmadım. Belki de o gün asosyal tarafımdan kalkmıştım. Gösterimin başlamasına kadar geçen yaklaşık bir saatlik süreyi, sosyalleşmek yerine, herkes orada burada (kademik yahut akademik) muhabbetlere tutuşmuşken, ben masada tek başıma oturup duvara bakarak ve arkamdan sosyallenerek geçirdim.

Hoop, bir hafta daha zıplıyoruz. Geçen hafta bu saatlerde yine sakin sakin kahvaltımı yaparken birden telefonum çaldı. Aylin’di arayan ama ses onun değildi, bir anlık şaşalamanın ardından olay aydınlandı: Beril gelmişti. Aa, ne hoş sürpriz. Öğleden sonra dışarıda birlikte bir kahve içildi. Akşamına da yine aynı sosyallenme squatında bir ‘queer’ parti söz konusuydu. Hadi bakalımdı, gidildi. Hatta gerek Aylin gerek Beril günlük hayatlarında virajları hep dışarıdan dışarıdan alan insanlar oldukları için, onların geldiği 11 küsurlarda ben çoktan mekana varmış, içkimi almış, hatta inanmayacaksınız ama, daha önce tanışmış olduğum bir iki insanla (Bob ve Jana gibi) hoş beş etmeye bile başlamıştım. Gece ilerledikçe kalabalık ve queerlık derecesi arttı, pek de matah olmayan sahne performansları ve beş para etmez müziklerle birlikte insanlar coştu, ortamdaki oksijen giderek azaldı.. Bu sebepten gecenin çoğunu parti sathından çok binanın girişinde, mümkünse beraberimdeki insanlardan en az biriyle birlikte dikilerek ve sigara içerek geçirdim. Aylin zaman zaman boş bakıyordu.

Müteakip pazar günü keyifli bir telaş alayıydı. Cumartesi gecesinin bitimiyle günün ilk ışıkları arasında ramak mesafesi kalmış olmasından mütevellit, uyandığımda saat öğleni çoktan geçmiş, kahvaltı merasimini tamamladığımda Fener-Gassaray maçı öncesi duş alacak vaktim ancak kalmıştı. Derken maç oldu, sonuç malum. İçimde fiks menü huzuru, yüzümde bir tebessümle koşarak oyun başına koştum. Bu kez A, B ve ben olarak katıldık, güzel bitti. Mutlu mesut gittik yattık. Ancaaak, bu kadar telaşla pazarmanın bir bedeli olacaktı elbette. Pazartesi sabahı, yatış saatime göre oldukça erken kalkıp makul bir saatte, hatta dokuzdan evvel ofiste olacak şekilde evden çıktım. Ne var ki tramvayın tabelasında gördüğüm saat kazın ayağının öyle olmadığını, tabii ki de Pazar boyunca telefonumun saatini ileri almayı unutmuş olduğumu işaret ediyordu. Velhasıl, saat ona doğru ofise vardığımda, sağ elimle insanlara günaydın selamı verirken sol elimle yüzümü kapatıyordum. Durumu anlatıp bir hafta boyunca bununla ilgili dalga geçme hakları olduğunu söyledim ve masama yöneldim. Bir süre gülüp geçtiler neyse ki, fakat Meike’nin empatisi takdire şayandı. Darrell yalancıktan geç kalınmasından rahatsız olmuş âmir bakışları fırlatırken suratıma, Meike gülerek şöyle dedi: “Yapma Darrell, Eray kendi küçük dünyasında 15 dk erken geldi.” “Tabii ya,” dedim. “Erken geldim ben.”

Son bir haftadan iki ilginç anekdot:
1. Bir sigara arasında sevimli-huysuz-gay Darrell, bize yolda kendisinden yardım isteyen turistlere yaptığı muamelerden bahsetti. Fotoğraf çektirmek isteyen grupların boyunlarından aşağısını çektiğini, “Saatiniz var mı acaba” diye soranlara “Evet, var” deyip yürümeye devam ettiğini anlattı. Ama en komiği, burada en çok ziyaret edilen müzelerden biri olan Anna Frank’ın Evi’ni arayanlara verdiği cevaptı:
– Affedersiniz, Anne Frank’ın Evi’nin nerede olduğunu biliyor musunuz?
– Biliyorum, ama şu an kendisi evde yok.

2. Şirketin her ay sonu gerçekleştirilen beleş içki gecelerinin sonuncusunda, ofisin ağır abileri/ablaları aynı saatlerdeki daha kerli ferlilerin katıldığı içmeceye gidince, ‘halk içmecesi’ne dört kişi katıldık -- Kadim Borrel ve parti arkadaşım ‘ginger’ Mike, benden sonra çalışmaya başlayan ‘Frenchie’ Severine, çiçeği burnunda, 14-yaş görünümlü Portekizli çalışma arkadaşımız Sofia ve ben. Neyse lafı uzatmayayım, bir ara muhabbet kendi dillerimizdeki küfürlerden açıldı, ben de birkaçını söyledim. Sofia ‘ororspu çocuğu’nu çok beğendi. Sonra geçen gün o kelimeyi unuttuğunu söyleyince küçük boy post-it’e yazıp verdim. Bunu yaparken çok acayip hissettim, post-it’e ‘orospu çocuğu’ yazıp birine vermek garipti. “Sofia, al bakalım” “Aa, çok teşekkürler.” Sonra dün bir de baktım, bu safiye insan cep telefonunun arkasına yapıştırmış, öyle gezdiriyor bizim ‘orospu çocuğu’nu. “En azından unutmayacağım artık,” deyince. “Hayatta hatırlamaya değer başka şeyler var” demekten kendimi alamadım. Güldüm.

Madem hatırlamak dedim, Beril’in buradaki son gecesi olan Pazartesi akşamı yine bir Gollem buluşmasında (Flickr’de birkaç foto var) kendisine konuyla ilgili sarf ettiğim ve şimdi aklıma gelmişken unutmadan yazmak istediğim genişletilmiş Nietzsche cümlesi ile kapatayım:

“İnsan hayatta ancak unutarak mutlu olabilir, bunu asla unutma”


Ha bir de, dün Paskalya’yadı, Jacob, bana kalırsa şirkette esen aptalca Paskalya kutlama havasına, gülücüklü maillere, gevşekliğe ve birtakım yönetici kadroların tatil yapmasına sinirlenerek, “Millet, bugün Cuma, hava da güzel [yalan], isteyen saat 2-3 gibi gitsin,” dedi. İtaatsizlik etmedik tabii. Ayrıca ofisten çıkarayak öğrendim ki Pazartesi de tatilmiş, oh! (Yalnız tamamı nisan-mayıs içinde topu topu 4-5 gün tatil var burada, başka da yok yılbaşına kadar, onun için bayramlarımızın kıymetini bilelim).

Günüm ve hafta sonum nasıl devam edecek hiiç bilmiyorum, Filmmuseum’da Clouzot filmleri var bu ay, başka güzel şeyler de.. Belki öyle bir şey yaparım, güzel bir yağmurlu gün eğlencesi olarak. Bir sonraki yazıda bahsedeyim filmlerden. Unutturmayın.

Bu sefer gerçekten son olarak..
Hepinizi, bu satırları tuşa aldığım salonda seviyor, gözlerinizden öpüyorum.
- Kaan Sezyum’a başsağlığı dileklerimle -

13 Mar 2010

Otostopçunun Hayaksi Rehberi *

"pekâlâ, yani idealizme evet, saf araştırmanın saygınlığına evet, bütün biçimleriyle gerçeği aramaya evet, ama korkarım ki bir an gelir ve hakikaten bir gerçek varsa bile bunun Evrenin çokboyutlu sonsuzluğunun tamamının neredeyse kesinlikle bir grup manyak tarafından yönetildiği olduğundan şüphelenmeye başlarsın"

tramvay geçti, dışarıyı düşündüm.
şaşırdım yine, dümdüz edilmiş, üstüne yollar, onların da üstüne raylar yapılmış yeryüzüne. ve üstünde giden tramvay diye garip şekilli alete, onu süren vatmana..
çok garip değil mi?

sonra kitapla alakası var mı acaba dedim, zira kendi çlöülerime göre uzunca bir süredir her şeyin normal gelmesine şaşırmıyor oluşumuza şaşırmayı unuttuğumu fark ettim.

bilgisayarda çalan bilmediğim müziğin ne olduğuna baktım. brown bird'den severed soul.. hmm..

başım kaşındı. gerçekten. kaşındım. duş almam lazım.

ve yatakta yarı doğrulmuş vaziyette, tek elimle (sol), unutmayayım diye, ya da bir sebepten yazma ihtiyacı hissettiğimden işte, bir adsız - not defteri penceresi açıp bunları yazdım.

şimdi yerimden kalkıp odanın ikisi de açık olan pencerelerinden birini kapatacağım. hava pek soğuk bugün burada.**

sonra da kitabı bitireceğim - hala tek elle ve 4 parmakla yazmakta olmamın müsebbibi,
baş parmağımın ayraç olarak içine kıvrıldığı, sağ elimde tuttuğum rehberi.

kullanmadığım parmak serçe.









*Bu yazının sebebi, birkaç gün önce yaşamış olduğum ve takriben 5 saniye sürmüş bir ânı, nedense paylaşma ihtiyacı hissetmiş olmamdır. Yazın kuramında an-yazımı (momentogram) olarak geçmeyen bu kısa yazı türü, çoğunlukla aman aman özel ya da önemli olmayan ya da en azından öyle değilmiş gibi görünen unsurların rastgele bir araya gelerek oluşturduğu kısacık zaman dilimlerini anlatılarlar.

**Harekete geçmekte geç kalmış olmalıyım ki iki gündür foşur foşur hastayım, pff!!

7 Mar 2010

(Bulamadım)

Bu kez iki yazı arasında Ay’ın etrafımızda bir turu tamamlamasına izin vermemek kararlılığındayım. Aslında daha erken de yazardım da, bakmayın işte. Önce Pelin, sonra pelinsizlik; azıcık normalleşmeci kanıksamacılık ve bir miktar da okuyucu yorumsuzluğu, araya giren zamanı el birliğiyle çekiştirip orasından burasından, bayağı sündürdüler yine. Ama olsun, pişman değilim.

Buraya düşürdüğüm seyir defteri sayfası sonrasında her şey müteakip Perşembe akşamı ofistaşlarım ile tertiplediğimiz yeme-içme faslına Pelin’in de dâhil olması ile başladı. Yaklaşık 5-6 kişi vardı bizim ofisten, hatta bunların yaklaşık 1,5’u akşam Pelin’in de geldiğini duyup sırf meraktan uğramıştı (bu fiilde tekil ya da çoğul kullanmak konusunda hayli kararsız kaldım. Fakat söz konusu yan cümleyi yazarken zihnimde ağırlıklı olarak Darrell’ın adının ve suretinin bulunmasına istinaden tekilde karar kıldım). Neyse efendim, içkiydi, yemekti, sohbetti derken bizim patron Jacob (B.Acar + W.Allen) bir süre Pelin’le koyu bir sohbete koyuldu. Anlaşılan onu da sevmişti (‘-da’yı gerektiren nesne benim). Bizim kalkmamıza yakın Pelin’in son üç günü olduğunu öğrenince bir babacanlık yapıp bana Cuma günü için kafa izni verdi. Mutlu ve hatta mahcup oldum. Fakat güzel oldu. İşte o Cuma günü kendimize hedef olarak Artis Hayvanat Bahçesi’ni seçtik. Son eklenen fotolarda gördüğünüz hayvancağızlar kendi bahçelerinde resimlendiler yani. Sonracığıma çıkışta Nagel’de birkaç bira içip Aylin’lerin yanına Gollem’e gidişi, Gollem’in 1 ey.em. gibi kapanmasıyla birlikte başka bir bara geçiş izledi. Elbette bu noktaya varana dek kaç tane içtiğimizi sayamadığımız biralar, günün yorgunluğu ile birleşerek bizi sallantılı bir nöro-fizyolojik yorfunluğa bürümüştü. Bu da yetmezmiş gibi son gittiğimiz yerde Aylin’in Adam adlı arkadaşının körkütük bir şekilde bizim kontak oyunumuza ‘sözüm ona’ dâhil oluşunun getirdiği ekstra çaba (çünkü sırf onun yüzünden oyunu İngilizce oynamak zorunda kalıyorduk), sallantının ‘nöro’ kısmında bir odaklanmaya yol açtı. Öyle ya da böyle, uzun sürmüş bir günün yine uzun sürmüş bir akşamının sonunda, saat 4 sularında, bu kez bizi eve doğru yine uzun süren bir yürüyüş bekliyordu. Tahmin edilebileceği üzeri nihayetinde dalınan uyku da alabildiğine uzun sürdü.

Hal böyle olunca cumartesiyi kendimize gelmekle geçirmekte bir beis görmedik. Pazar erkenden uyanıp havaalanına yollandık ve saat 8 gibi eve döndüğümde Pelin’in gitmiş olduğu gerçeği tüm çıplaklığıyla yatağımda yatıyordu. Sakince yanına uzandım – gerçekliğin. Uykumu alıp öğlen uyanışımdan itibaren ilk birkaç günü yoğun olmak üzere kendimi bir Pelin-sonrası sendromunun kucağında buldum. (Evet, yalnızlığımı unutmak için gerçeklikle yatıyor, sendromlarla oynaşıyordum).

Gerçekten de Pelin gelmeden evvel yalnızlık ve başka insanlarla neredeyse sıfırdan başlamaklarla karakterize edilen bu şehir ve bu ev bir kez Pelin’i gördükten sonra, onun gitmişliği sonrası Pelinsizlik sıfatıyla nitelenebilir hâle geldiler. Üstüne bir de sonraki ilk hafta sonu evin, (ama daha önemlisi beynimin, kulaklarımın ve burnumun) Steven’in birkaç Avustralyalı ve 3-5 İngiliz arkadaşının misafirliğinde bir “British Invasion”a maruz kalmasıyla iyiden iyiye keyfim kaçtı, hayata küskünlüğüm pekişti.

Geçtiğimiz hafta ise işin iş ayağında minik bir ilk yaşadım. Salı günü Jacob’lan birlikte buradaki ilk iş seyahatimi gerçekleştirdim. Trenle yarım saat mesafedeki Amersfoort kasabasında bulunan bir alt-şirketteki insanlarla yapılan bu toplantıda, trende hazırladığımız 2 slaytlık bir sunumu doğaçlama bir şekilde yaklaşık bir saat boyunca gerçekleştirerek deplasman sunumları alanında da bir ilk yaşamış oldum. Fakat esas önemli olan oradan ayrılıp Amsterdam’a dönmek için istasyona giderken (Jacob acelesi olduğu için benden 1 saat kadar önce ayrılmıştı), orada çalışan ve asansörde tanıştığım bir çocukla istasyon yolu boyunca yaptığımız sohbetti. Bu sohbet önemliydi çünkü son saatlerini yaşadığımız bu hafta sonunda moralman kendime gelmiş olmamla sonuçlanan nekahet sürecinin ilk nüveleri bu konuşmayla birlikte ortaya çıktı zannımca. Çocukla, ne yapıyorsun, necisin diye kısaca soruştuktan sonra sıra nereli olduğumuzu öğrenmeye geldi. Önce ben söyledim, sonra da o. Brezilyalıymış. Sonra hemen n’oldu? Tabii ki futbol konuşmaya başladık. “Belki Alex’i tanıyorsundur” dedi. “Tanımak ne kelime,” dedim. “Biraz taparım kendisine.” Sonra işte Galatasaray’dı, Fener’di lafladık. Israrla “ferenbiah” dediği şeyin, birkaçıncı telaffuzundan sonra Fenerbahçe olduğunu anlayıp gülümsedim. Ama esas komik olan, “doğrusu Fenerbahçe” dediğimde bana verdiği cevaptı. “Biz ona Ferenbiah diyoruz.” İyi bok yiyorsunuz, aferin. Sanki Anadolu’nun bir köyünde kendi şivesini savunuyor bana. Sevimliydi tabii. İstasyona varıp tam trenlere doğru yol alırken, dünya kupasındaki şansımızı sordu. Fakat finallerde olmadığımızı öğrenince hayli şaşırdı. O şaşkınlıkla tanıştığımıza memnun oluşarak ayrıldık.

[Üç gün bir cümleyle geçiştirilir]

Cuma günü büyük gündü. Aslında potansiyel büyük gündü. Çünkü bazılarınızın malumu olduğu üzere uzaktan uzağa hep beraber oyun oynanabilirlik ihtimali tatbiki olarak test edilecekti. Edildi, başarılı oldu, güzel oldu. Mutlu olduk, şen olduk. Buradan dört ülke, altı şehirden ama illa ki kalpten katılım gösteren tüm oyuncu arkadaşlarıma ve sağladığı teknik altyapı ile desteğini esirgemeyen Skype çalışanlarına tekrar tekrar teşekkürlerimi sunuyorum.

Cumartesi oyundan kalma bir şekilde uyandığımızda (cümleyi çoğul yapan; oyundan kalan ve biraz hasta bir Aylin vardı evde) bizi pencerelerden içeri içeri uzanan bir güneş selamladı. “Aa, yaz gibi, İzmir gibi” dedirtti hatta. Sonrasında akşam oldu, Aylin’in gün içinde önerdiği akşamki doğum günü partisine ben de katılmaya karar vermiştim ki plan son anda iptal oldu. Sağlık olsundu. Ben de gidip sığınacağım bütün adaları birer birer batırmak yerine, yeni bir yarım ada bulmak üzere kendimi dışarı attım. Hedefimde, adını şu ana kadar defaten duyduğunuz biracı Gollem’in, evimin yakınında olduğunu çok sonra öğrendiğim, yerini ise tramvayla yanından geçerken bakışlarımla tespit ettiğim şubesi vardı. Gittim, birkaç La Trappe yuvarladım. Beğendim de mekanı, repertuara kattım. Fakat gördüm ki dışarısı ne yazdı, ne bahar. Geldim. Yattım. Kalktım.

Bugün yine günlük güneşlik dışarısı, içeriden bakıldıkta. Ama bu sefer tuzağa düşmek yok. En azından mevsim itibarıyla şunu ayırtsadım ki güneşli günlerde evde kalmanın güzelliği dışarıda yaz olduğunu sanmaya devam edebilmek. Elbette güzel bir yaz gününde evde kalma rahatsızlanmasına kapılmadan. Öyle bir huzursuzluk ufukta belirdiği anda bunun bir yanılsama olduğunu hatırlayarak… Ya da yanılsamadan ibaret olduğunu sandığını bilerek…

Zaten davulun sesi uzaktan…
C’est la vie.

17 Şub 2010

Franz Kaphta’nın Seyir Defteri

23 Ocak:
Haydar’la 1. Mantar Şenliği
Tanrı için de ki: “Sonsuz olsun, yeter.”

26 Ocak:
Pelin’e beklenmedik vize reddi.
Evlilik ön-gerilimi beklerken, öfkeli asabiyet süreci başlangıcı.

27-28 Ocak:
Hollanda Dışişleri ile umutsuz yazışmalar.

30 Ocak:
Kahvaltıda Avustralya Açık Kadınlar Finalinin sonunu ve ödül törenini izle. Serena Williams ve Justine Henin’in teşekkür konuşmalarında ağla.

31 Ocak:
İzmir’e uç.
Aile ve sağanak yağmur tarafından karşılan.

1-3 Şubat:
Düğün derneğe yönelik formaliteler, başvurular, alışveriş.

2 Şubat:
Hollanda’dan beklenmedik karar değişikliği yanıtı – vize onayı.
Düğün için gerilememişliğin idraki.

4 Şubat:
Bursa seferi.
Evlilik oyunu Bursa galası.

5 Şubat:
İzmir’e dönüş.

6 Şubat:
Damat tıraşı, gelin arabası, düğün fotoğrafçısı.
Evlilik oyunu resmî prömiyeri.
Büyüklerle yemek.
Arkadaşları bir arada görmenin mutluluğu. Müzik, dans, şarapbiravotka.

7 Şubat:
Mide bulantısı, baş ağrısı, kusuntu.
Yağmurun bu kez “kal” demesi. Son anda elinden kurtulup Pelin’le Amsterdam’a uçuş.

8 Şubat:
Son tatil günü.
Evi temizle, Pelin’e şehri göster, hasta ol.

12 Şubat:
İyileş. Pelin’le Haydarbar’a git.

13 Şubat:
Öğlen Zaanse-Schans gezisi.
Öğleden sonra Haydar ve Yelda’nın iştiraki. Gollem’de bira.
Hep beraber 2. Mantar Şenliği – Haydi bir ses duy, tarlalarda oltalar boy boy büyüsün.

14 Şubat:
Sabah herkes uyurken tuvalette bunları yaz.

16 Oca 2010

Afrika Hariç Değil

Gökyüzü üstümden çekildi. Artık yatağımda otururken tavanı görebiliyorum. Bugün gerçek yatağımın gelmesiyle eşyai düzene dair taşlar iyice yerine oturmuş oldu. Yalnız biraz geç ve güç oldu doğrusu. Saat 1-2 arası geleceklerini dün bildiren yatakçılar, iki kez aramam sonrasında saat 3 gibi teşrif ettiler. Telefondaki adam, “saat 1’de çıktılar, sizden önce sadece bir eve daha uğrayacaklardı” dediğinde pek inandırıcı gelmemişti ama ilgili zatların (2 kişi) gelip işe koyulmasıyla birlikte telefondaki adamın günahını aldığımı anladım. Ranzayı götürmeleri gerektiğini söylediğimde şöyle bir sağına soluna bakıp, evde tornavida olup olmadığını sordular. İstedikleri cevabı alamayınca arabalarına atlayıp gerekli alet-edevatı almak üzere ofislerine yöneldiler. Yarım saat sonra geldiklerinde ellerinde ‘tek bir’ sökkeç vardı. Nitekim birtakım vidayı onunla bir güzel sökmeyi başardılar da. Ne ki karyolanın başka bir birleşim noktasına gelip farklı tür bir vida ile karşılaştıklarında trajikomik çaresizliğin ikinci perdesinin zili çalıyordu. Bu arada ikiliyi kendi haline bırakmanın onlara en büyük yardım olacağına karar vermiş olan ben “bir ihtiyacınız olursa ben içerideyim” diyerek çoktan salona geçmiş, sakin sakin kitap okumaktaydım. Derken daha yaşlı ve daha komik ve daha İngilizce konuşamayan amca salon kapısında görünüp “evde tornavida var mıydı?” diye sordu tekrar. Ben hafif gülümseyerek ve fakat soruyu ilk kez duyuyormuşçasına, maalesef olmadığı yanıtını verdim. Bir kez daha tıpış tıpış gazlayıp tornavida almaya gidiyorlardı. Gitmelerinden önce artık dayanamayıp “isterseniz orasına burasına iyice bakın, sürpriz bir vida türü daha çıkmasın” demek zorunda kaldım. Neyse, yine gittiler, yine geldiler. Artık sadece gülümseşerek selamlaşmaya başlamıştık. Sonunda dekonstrüksiyon tamamlandı rekonstrüksiyon hemencik halloldu ve bir karanlık gökyüzünün yırtılışı destanı başarıyla noktalandı. E hafta içi internetimiz de gelmişti malum. Hal böyle olunca bana da yepyeni yatağıma oturup, ferah feza sizlere yazmak düştü…

İki haftadır pek yalnızmıştım, dün bunu fark ettim. Aylin’in dönmemişliğine Yelda’nın ortalıktan kaybolmuşluğu eklenince yılbaşından bu yana tüm serbest zamanlarımda yalnız takıldığımı fark ettim dün. Eve gelip göz göre göre kendimi bunaltının kollarına bırakmamak için, havanın makul bir soğukluğa yumuşamış olmasını da fırsat bilip yürümeye başladım iş çıkışı. Gitmeyi düşündüğüm bir iki bara gittim. Ama sadece gittim, girmedim. Sonra iyisi mi eve doğru yürüyeyim ağır ağır diye geçiriyordum ki telefon çaldı, kayıp şahıs yeniden zuhur etti. Huysuzluğumun üzerimdeliği ile kendisine olan sitemkar ruh halim birleşince, bir diğer arkadaşı ile birlikte yemekte onlara katılma teklifi pek de sıcak gelmemişti aslında. Ama bir şekilde bu egzotik yemeğe dahil oldum. Egzotikti çünkü gidilen yer bir Etiyopya lokantasıydı. Amma ve lakin öğlen biraz çok yemiş olmama ve keyifsizliğime bağlı iştahsızlığım neticesinde hiçbir şey yemeden, iki kadeh şarapla onlara eşlik etmeyi başardım. Yemek sinide servis edilen sebze ve bakliyat süslü, altı lavaş muadili bir karbonhidrat sathı döşeli, etli kıymalı bir kombinasyondan [W.N. yabancı dil kökenli kombinasyon yerine birleşim kullanabilirsiniz] ibaretti. Tadına bakmamış olsam da, görüntü olarak bildiğimiz iç Anadolu usulüydü sanki. [Böylece yerelleştirici benzetmenizi de pekiştirmiş olabilirsiniz].

Vakitlice eve döndüğümde Afrika Kupası’nda Fildişi Sahili-Gana maçını izleyerek akşamımı bir nevi Afrika gecesine dönüştürmek peşindeydim fakat fikstür hafızam beni yanılttığı için maç izleyemedim. Bunun üzerine haftanın yorgunluğu paçalarından akan bünyeme kulak verip kendimi uykuya bırakmaya karar verdim. Fakat gördüm ki her şey bitmemişti. Menüde, gerçekliğine pek itibar etmesem de, öz hakiki kuzey Afrika üzümlerinden olduğu ima edilen şarap gerçekten de kanımda bir başka dolaşmaya başlamış ve uykumda nicedir olmayan bir etkiye yol açmıştı: Rüya görüyordum. Dolayısıyla uzatmalı Afrika gecesi devam ediyordu. Yo hayır, rüyanın tematik olarak Afrika’yla alakası yoktu, o kadar da değil. Ama gündemdeki zirve yürüyüşünü emin adımlarla sürdüren evlilik mevzuu; farkına varılmayan yalnızlık hali, karanlığa saçılan sözlerce iletişimli durumlarla (karanlık siz oluyorsunuz burada) birleşince, bir keşmekeş halinde rüyamın altyapısını oluşturdu. Şimdi bu absürd rüyayı özetlemek, daha doğrusu hatırladığım kırıntılarını avuçlayıp önünüze koymak isterim: Efendim rüya bu ya, ben aslında Tülin’le evleniyormuşum. Ama rüyada Tülin’i görmüyoruz, sonra son gün artık neden bilinmez, işlerin gidişatı bir anda değişiyor ve şartlar beni Nevzer’le evlenme noktasına getiriyor (sanırım dün Zeliha’yla haberleşmem Ankara Patent imgelememi biraz fazlaca canlandırmış :). İşte ne olacak ne bitecek derken, hatırlamadığım bir üçüncü kişiyle çok sıkıntılı bir şekilde bir konuşma yapıyor ve Nevzer’in kesinleştiğini söylüyorum. Ama çok gerginim, çok huzursuzum. Artık Pelin’e karşı suçluluk mu duyuyorum, yoksa olaylar tamamen benim isteğim dışında mı gelişiyor da o yüzden mi kıvranmaktayım, bilemiyorum. Nevzer’den, küçük bir kağıda yazılmış bir not alıyorum: “J.P. Heijestraat’ta bekle, seni oradan alacağım.” (Dünkü lokantanın durağı). Sonra efendim (zaman mefhumundan bağımsız olarak) benim bir oğlum varmış. Adı ‘Manyetik.’ Pek de tatlı bir çocuk. Bir sonraki sekansta Manyetik ve ben, ODTÜ Beşeri’nin arkasındaki minik çocuk parkında eğleşiyoruz. Sonra adeta kanal değişmiş gibi bir tür klip/cingıl araya giriyor: Siyah-beyaz bir görüntü. Eskice bir sahnede yalnızca erkeklerden kurulu bir grup, hareketli olmayan bir kan-kan dansı yapıyor. Ardından kameranın ortadaki bir İngiliz dansçıya yaklaşmasıyla, İngiliz muzip bir ifadeyle hüzünlü bir şarkı mırıldanıyor. Uyanıyorum (Gerçekten uyanıyorum). Etrafıma ve saate bakıp henüz sabah olmadığını görmemle, huzursuz ama heyecanlı bir şekilde uykuya dönmem bir oluyor. Sonra düğün günü olmuş. Ama bir eksik varmış, o eksiği tamamlamak için Burcu’ların Amsterdam yakınlarındaki müstakil evlerine gidiyorum aceleyle. Eksikle bir alakası var mı bilmiyorum ama evin bahçesindeki çiçeklerden birinin yerine (veya yanına) büyükçe bir taşın yerleştirilmesi gerekiyor. Gerginlik ve huzursuzluk had safhada. Çiçeği dikkatlice topraktan söküp, büyükçe bir çukur kazmaya başlıyorum. Fakat sonra kendimi mutfakta buluyorum, bu arada etrafa bakınıp yok şurası küçük, burası dağınık gibi yorumlar yapıyorum, sıkıntımı savuşturmak ister gibi tedirgin bir rahatlıkla. Bir ara dolabı açıp, bir parça çilek reçeli ağzıma çaldıktan sonra bahçe işimi hatırlayıp gerisin geri bahçeye çıkıyorum. Bir bakıyorum, taş işini biri benim için yapmış. Aslında birisi değil de bir hayvan veya bir yaratık. Çünkü onu işini bitirmiş bir halde bahçede görüyorum (ama hatırlamıyorum ne idüğünü). Bir şekilde iş hallolduğuna göre gitmek gerekiyor artık. İçeri girip “hadi gidelim” diyesileniyorum. Ama o da ne, Burcu’nun babası Jacob (“gerçek(?)” hayattaki ‘patronum’) ayaklarını uzatmış, yerinden kımıldamıyor. Bir süre ne yapacağımı bilemez halde şaşkın kalsam da hemen akabinde yalnız da olsa gitmem gerektiğine karar veriyor ve evi terk ediyorum. Bu noktada İngiliz kantöz siyah beyaz olarak rüya ekranında tekrar beliriyor ve muzip hüzünlü şarkısını bir kez daha mırıldanmasıyla rüya ve uyku sona eriyor. Rüya boyunca “bu ayrıntıyı uyanınca kesin hatırlamayacağım” rahatsızlığını yaşadığım bir sürü şeyi gerçekten de hatırlamıyorum uyanınca. Ama arta kalanları uç uca ekleyip anlatınca böyle karanlık grotesk bir şey çıkıyor işte ortaya… Bilginize.

Yarın bir değişiklik yapıp Haydarbar’a (adını öğrendim, Engelbewaarder) gitmemeyi düşünüyorum. Nadas. Fakat ne yaparım bilmiyorum.

Bu arada içinde şarap geçen bir size yazma projem var, umarım çok geç olmadan gerçekleştirebilirim. Bir de birikmiş görsel kayıtları yine bu adrese bugün yarın ekleyeceğimdir. Bayinizden ısrarla isteyiniz lütfen.


Böylece bir programımızın daha sonuna geliyoruz. Yayında ve yapımda emeği geçen tüm arkadaşlarım adına hepinize güzel günler diliyor, bir dahaki programımızda görüşünceye dek hoşçakalın diyorum.

Pek sevgiler,
Eray

6 Oca 2010

“Gökyüzü, çekil üstümden”

Sevgili arkadaşlar,

Öncelikle, yeri geldiğinde ‘düzenli okumama,’ ‘yorum yazmama’ gibi durumlarda çemkirme hakkını kendinde gören bir blog yazarı olarak, bu kez en azından bir özür borçluyum sizlere. Arayı bu kadar uzattığım, mühim günleri ve gelişmeleri sıcağı sıcağına yazmadığım için. Bu bekleyişin muhtelif sebeplerinden söz etmek mümkün: Noel ve yılbaşı haftalarında etraftaki aşırı tatil havasının üzerime sinmiş olması, bu havanın bendenizde yer yer bezginlik şeklinde tezahürü, başta Steven ve Aylin olmak üzere iş ortamı haricinde iletişim halinde olduğum insanların çoğunun Amsterdam’dan gitmiş olmasının yarattığı quasi-yalnızlık hissiyatı ve en nihayetinde dün itibarıyla evde internet olmaması. (Özrümü pekiştirmek için ekleyeyim, akşam evde kaleme almakta olduğum bu yazıyı yarın sabah hususiyetle erkenden gidip ofisten bloga aksettireceğim)

Şimdi filmi biraz geri sarıp sizi en son bıraktığım yerden alalım:

23 Aralık Perşembe günü normal mesai saatinden bir iki saat önce, üç günlük hafta sonunun heyecanıyla ofisi terk ederken herkes Noel’de ne yapacağını konuşuyor, birbirine anlatıyordu. Bana sorulduğunda, evde tek başıma olacağımı, zira Steven’ın 10 günlüğüne memleketine gittiğini, öyle çok meraklı olmasam da adet yerini bulsun ve kendime bir eğlence olsun diye evde biraz yemek yapıp oturup efendi efendi içeceğimi söylüyordum. Çıkışta tramvaya yürürken Mike, birkaç arkadaşlarının onlarda olacağını ve istersem benim de katılabileceğimi söyledi. Teşekkür ettim, “olabilir,” dedim, “gelmek istersem ben seni ararım.” Sonra ev gittim, hızlıca yemeğimi yedim ve yattım. Çünkü çok yorgundum, uykusuzdum; hem yarın vakitlice kalkıp günü verimli geçirdikten sonra daha güzel bir Noel bahaneli akşam eğlencesi yapabilirdim kendi kendime. Şöyle kalkıp güzel bir alışveriş yapardım, hem kahvaltım hem gecem şenlenirdi. Ama olmadı. Hayır, geç olmadan uyanmayı becerdim Cuma günü, fakat ne yazık ki sokak boştu. Bir de baktım, ayın 25’i olmuş. Anlayacağınız tren kaçmış, dün 23’ü değil 24’üymüş meğer. Dolayısıyla bırakın marketi, açık bir tek dükkan bile bulmanın mümkün olmadığı gününe gelmişiz tatilin. Geçmiş oldu.

Neyse, o hafta sonu Yelda’yla Filmmuseum’a gidip ‘Eve’ adlı pek de matah olmayan bir Joseph Losey filmi izlemek ve nikah davetiyesinin tasarımıyla uğraşmakla sonlandı.

Bu arada, yazıların arasının uzamasına neden olan dinamiklerden biri de sanırım bu davetiye ayarlama, organize haber verme gibi işlerin benim iletişme kotamdan fazlaca yemiş olması. Kendimi tanıdığım kadarıyla pekâlâ böyle saçma bir psikolojiye kapılmış olabilirim.

Ne diyordum, evet, o hafta pek çok kişinin izinli olması hasebiyle ofiste de sessiz sakin geçtikten sonra, bir nevi déjavu unsurlar da içeren yılbaşı haftasonusu beni beklemekteydi. Bu kez Perşembe günü işten çıkarken o günün ayın 31’i olduğu gerçeğini zihnime iyice kazımıştım. Üstelik bir gün evvelden Yelda’yla konuşup son anda geceyi pıs pıs yalnızlıktan da kurtarmıştım. Eve yine erkence geldikten sonra planladığımız gibi Yelda’yla buluşup alışverişe gittik. Plan buraya kadar işledi. Çünkü, saat henüz akşamın altısı, bilemedin yedisi olmasına karşın her yer çoktan kapanmıştı. (Bundan sonrasının aslında geceyi kurtarma çabalarından ibaret olduğunu söylemek, geriye dönüp baktığımda, maalesef hiç de yanlış gelmiyor.) Zar zor açık bir yer büfe/lokanta bulup yiyecek bir şeyler almış olmakla ve Yelda’nın neyse ki getirmiş olduğu bir şişe şarabın varlığıyla avunarak başladık. Yiyecekleri alırken benim dilime üşüşen “ne yazık ki hicran, gözyaşı dolu” nağmelerinden mütevellit, kısıtlı erzakımızı yemeye hazır eder ve tüketirken bize Candan Erçetin eşlik etmekteydi. Birkaç saat içinde şarabımızın dibini görmemiz, evden çıkma vaktimizin geldiğinin de habercisiydi. Gece 1.30’a kadar toplu taşıma araçlarının da tatilde olduğunu, inanmazsınız, önceden biliyorduk. Yavaş yavaş merkeze yürüyüşümüz başladı. Belli bir noktadan sonra kitlesel bir yürüyüşe dönüştü, zira merkez curcunasına akın eden insan sayısı hiç de az değildi. Tabii bu arada akşamın çok erken saatlerinden itibaren, bizim geleneksel mahalle eğlencelerimizden biri olan fişek patlatmaca, kızkaçıran atmaca, silah sıkmaca türevi alışkanlıklar, şaşkınlık verici boyutlarda burada yaşanmaktaydı. Öyle ki bu minval üzre bir ‘maganda’ kültürünün Avrupasızlara has olduğu yolundaki saçma inanışımız derinden sarsıldı. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kimbilir hangi ara depoladıkları cephanelerini seferber ederek delicesine bomlatma, patlatma, uçurma furyasına gark olmaktaydılar. İnsan her adımında potansiyel bir irkilme refleksinin gerilimiyle ilerliyor, içinden ‘sağ salim’li cümleler kuruyordu (insan da ben oluyorum). Bir noktadan sonra etraf iyiden iyiye barut kokmaya başladı. Derken kazasız belasız Nieuwmarkt meydanına vardığımızda saatler geceyarısını vurmak üzereydi. Havai fişeklerin saçtığı ses ve ışıkların yoğunluğu zirveye varmıştı artık. Bir yarım saat için eğlenceliydi, kabul (Birkaç gün evvel dikkatinize sunmuş olduğum aşağıdaki video bu anları resmetmektedir). Fakat binlerce kişinin arasında elinde içkisi olmayan iki zavallı olmamızın, bitmek bilmeyen patlamalarım kafa beyin bırakmamasının ve aşırı soğuk havanın da katkısıyla saat bire doğru “e yeter artık ama!” noktasına geldik. En iyisi yavaştan dönmekti. Ufak çaplı sağlık sorunları nedeniyle beklediğimizden de yavaş oldu dönüşümüz, fakat sonunda eve geldiğimiz an belki de gecenin en mutluluk verici anıydı. Sonra azıcık daha oturup ısındığımızdan emin olduktan sonra hak ettiğimiz uykularımıza koştuk.

Cuma, Cumartesi hiiiç kımıldamadım yerimden.

Pazar, yine yalnız, yine kimsesiz de olsa çıkmalıydım. Çıktım. Tabii ki Haydarbar’a gittim yine. Gün ve saat itibarıyla yaş ortalaması hayli yüksek olan müşterilerden, çalan amcaların dostu ahbabı olduğunu düşündüğüm öndeki birkaç masadan birindeki bir teyzenin buyur etmesiyle, bu kez sahnenin dibinden, saksafonun içinden dinledim müziği. İyi geldi, akşam döndüm.

Gelelim zurnanı zırt dediği yere… Geçtiğimiz hafta teklifimize kısmen olumlu yanıt aldığımız ev için artık son düzlüğe girmiş, kararımızı kesinleştirmiş ve fakat Steven’ın ortalıkta olmaması nedeniyle bir türlü somut bir adım atamıyorduk. Somut adımdan kastım, kira+depozito+emlakçı parasından müteşekkil yüklü meblağı ilgili banka hesabına yatırmak aslında. Pazar akşamı saatler ilerliyor fakat Steven efendi gelmedikçe gelmiyordu. Bunun üzerine ‘yeter’lenen ben dayanamayıp gözümü kararttım ve o meblağın yarısını, bir hayli yutkunarak internetten gönderiverdim. Gecenin bir vakti Steven geldiğinde ben çoktan yatağıma gitmiştim. Sonra yattık kalktık, sabah yazıştık, paraları denkleştirdik ve kontrat ve anahtar teslimi için emlakçı taifesiyle randevulaştık. Çıkışta ev adresinde buluşup kısa bilgilendirme ve tetkik turlarının ardından imzaları atıp evimize kavuştuk. Hemen ardından eski evimize yollanıp paketlenmiş valizlerimizi kapıp getirmemizle birlikte ne olmuş oldu? Olmuş oldu. Bitti. Bu arada dün akşam büyük-küçük odalar için yazı-tura atarken, Pelin’den almış olduğum ‘yazı’ tiyosunu bir anlık gaflet eseri ters talaffuz etmem sonucunda küçük oda bana kaldı yine. Üstelik büyük yatak da birkaç içinde gelecek. (Şu an size bir ranzanın alt katından yazıyorum :)

Bugün de eşyalarımı yerleştirmemle birlikte yerleşik hayata geçmek adına büyük adımı atmış oldum. Şimdi sırada ikinci anahtarı almak, gerçek yatağımı edinmek, internet ve TV bağlatmak, salona mutlaka ama mutlaka loş bir lamba almak gibi minik işler var.

Yani başta söylediğim internetsizlik aslında giden bir bağlantıdan değil, yeni gelinmiş bir evden kaynaklanmakta. Hayırlı bir bağlantısızlık diyebiliriz.

Hayırlı ya da hayırsız aramıza fazlaca bağlantısızlık girmemesi umuduyla hepinizi öpüyorum.

Esen kalınız…

Not: Ilgili gorsel malzemeyi de en kisa zamanda yuklemek icin firsat kollamaktayim.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...