22 Ara 2009

Potpurik Kardanadam

Muhterem Tabldog okurları,

Son yazımızın tematik eksenine çöreklenen o partili geceden bu yana çok mazbut günler yaşıyorum. O malum cuma sonrası bütün cumartesiyi evde serilerek geçirmek fiziksel bir dinelme ve ayılma yaratmış, ancak benzer etkileri zihinsel bünyemde de görme ihtiyacım baki kalmıştı. İşte böyle bir ortamda, sakin bir Pazar gününe kısmet oldu Van Gogh Müzesi'ni gezmek. Yine Yelda ile gerçekleştirdiğimiz bu turdan kısa izlenimlerle başlayalım:

İlk evvela şunu söylemeliyim, her ne kadar turistik kalabalığa ve bir pop star mertebesine 'yükselmiş' bir ressamın eserlerini görüyor olmaya bağlı distortif etkiler söz konusuydu ise de, geldiğimden beri gerçekten en çok heyecanlandığım anları zannediyorum ki bu dört saatlik zaman dilimi dahilinde yaşadım. Müzenin 'teknik' olarak içeriğine dair pek bir şey anlatmak anlamlı olmaz herhalde, zaten internette bulunabilir malumatlar bunlar. Ben aslında daha fazla eser içermesini bekliyordum, oysa sonradan kesin bir şekilde öğrendim ki bu halihazırda en geniş Van Gogh koleksiyonuymuş. Müzede ‘Starry Night’ hariç, üstadın gözlere pelesenk olmuş tüm resimleri vardı. Bunlardan biri olan ‘Cornfield with Raven’i kanlı canlı görmek gerçekten irkilticiydi mesela. Ancak görmüş olmaktan en keyif aldığım tablo, kendimi bildim bileli (duyan da dört yaşımdan beri modern sanatın bağrında yetişmiş biri olduğumu sanır!) pek bir gözdem olan ‘Potato Eaters’ oldu. Tabloyla Van Gogh’un kendisinin de ayrı bir gönül bağı olduğunu, buna mukabil kardeşi Theo'nun zamanında bunu pek beğenmediğini, hatta dönemin bir sanatbilirinin tablo için ‘bu ne lan!’ demeye getirdiğini öğrendim, daha bir sevdim.




Bir de daha önce hiç bilmediğim bir tablosu ziyadesiyle etkileyiciydi: ‘Old Church Tower at Nuenen’. Van Gogh’un genellikle allı pullu, yarı akıllı yarı deli, nevrotik coşkulu yanıyla sunulmasına karşılık, kendisinin daha karanlık, daha naif, daha uhrevi ve fakat içten içe ölüm odaklı temayüllerini görmek daha ilginç ve cezbediciydi doğrusu.




Bir ara Yelda, Van Gogh’un ölmeden sadece 10 yıl önce resim yapmaya başladığına dikkatimi çekince, yüzümde umutlu bir mutluluk ifadesi belirdi. “Yani hâlâ geç kalmadık, onun için mutlu oldun, değil mi?” diye sorduğunda cevabım olumluydu (burada hemen aklıma, bu mevzuda hassas olduğunu bildiğim İdil geldi tabii). Ancak bu olumlayıcı cevap, ilerleyen dakikalarda üstadın 37 yaşında ölmüş olduğu gerçeğiyle yüzleşmemle ardında buruk bir tat bıraktı.

Müze çıkışında son durak olan Van Gogh mamulleri satış reyonundaki çeşitliliği, hareketliliği ve insanlarda yarattığı heyecanı görmek, resimlerin verdiği dingin mutluluk üzerinde bir miktar ‘pısssss!’ etkisi yarattı bende. "Heheyt, buraya kadar olanlar sadece bir tavlama operasyonuydu, esas meselemiz bu" der gibi gibi... Neyse, yazarken fark ettim ki o kadar da içerleyecek bir durum yokmuş, ‘pıss’latamamış! Güzel.

* * *

Şimdi biraz da aktüalite diyor ve yaklaşık bir haftadır Amstedam’ın neredeyse tek gündemini oluşturan hadiseye klavyemizi uzatıyoruz: Kar. Geliyordu gelecekti derken, bir geldi pir geldi. Hatta geçtiğimiz Perşembe gecesine Cumartesi gecesi muamelesi yapıp Cuma bitap düşmem, Cumartesi de dinlenmeye doymamam sonucunda, Pazarımı ağartan bir güzellik bilem oldu kar. Ev tipi Cuma ve Cumartesinin ardından her yerin iyice beyazladığından, havanın da hallice yumuşadığından emin olduktan sonra kendimi dışarı attım. Şöyle bir yürüyeyim, kar havasıyla ciğerlerimi, kar beyazıyla gözlerimi açayım, iki fotoğraf çekeyim dedim; hatta her şey yolunda gidersen kulaklarımın pasını silmeye dair bir ihtimal bile vardı cebimde. Hemen söyleyeyim, hepsi oldu… Belli aralıklarla Yelda’yı ve/veya Aylin’i de dâhil etmek için girişimlerde bulundum ama biri kardan kıştan, diğeri telefonunu duymaktan imtina edince sinematografik bir yalnızlıkla kalakaldım. Bu beyaz yol hikâyesinden görsel aktarımlar için fotoğraf albümümüzdeki yeni yüklentilere göz atabilirsiniz.

Olayın ‘işitsel’ ayağına gelince, aslında dikkatli bir gözlemci bunun ne olduğunu kolaylıkla tahmin edecektir: zira aklımdaki müzikli hedef, “haydarbar” görselinde arkadan davetkar bir şekilde göz kırpan ‘live jazz’ idi. Her Pazar saat 16:30’da olduğunu bir süredir aklımın bir köşesinde tutuyordum. Ama kim bilir hangi Pazar o saatte dışarı çıkar da oralarda olurdum; o Pazar bu pazarmış. Yürüyüşümün sonunda dümeni Haydarbar’a kırdım (bu arada önündeki küçük ve kıvrımlı harflerle yazılı küçük tabelasında barın adını okumaya yeltendiysem de olmadı, olduysa da ‘undone’ oldu… Haydarbar işte…). 1-2 saat oturup, bir şeyler içip hoş bir amcalar grubu dinledim. Arada kapı önü sigara sosyalleşme seanslarında (ilk yalnız sosyalleşmem bu arada, belirtmeden geçmeyeyim…) birkaç kişiyle dahi tanıştım. Aslında hepsiyle topluca tanıştık desem daha doğru olur. Bunlardan biri İtalya’da İngilizce öğretmenliği yapan Güney Afrikalı bir gençti… Naif fakat aptalca olmayan bir edayla “burası ne güzel, herkes pozitif; içeride de John Coltrane’i dinliyoruz adeta.” Diyen bu gencin yanında, Uzakdoğulu görünümlü, fakat gencin söylediğine göre (kız asla konuşmuyordu) buralı kız arkadaşı vardı. Öte yandan paketini yere düşürüp, “Aa sigaralarım ıslandı” diyerek muhabbeti açan, çok konuşkan bir başka buralı kadın, yıllardır böyle kar görmediğini, hayli afalladığını söylüyordu. Grubun en ilginç kişiliği ise 40-45 yaşlarında bir abimizdi. Üçüncü kelimesinden itibaren hayat, mutluluk, gitgeller, oraya bakınca öyle hissetmek, bu tarafı görünce böyle hissetmek üzerine hızlı ve saçma bir konuşmamız oldu. Nereli olduğumu öğrenince hiç Türk gibi konuşmadığımı söyledi. Türkler “nasıl konuşuyormuş ki?” diye sorduğumda da yani böyle “Arkadaşş!” falan dedi. Sonra yıllardır Türkiye’de yaşayan bir arkadaşından, ‘Atatürk vs olaylarından çok bunalmazsan (!) Türkiye’nin aslında fena bir yer olmadığından’ ve duyduğuna göre Türkiye’de evlenmek için Alevi bir kadın bulmasının kolay olduğundan bahsetti. Ama asıl derdi Güney Amerika’ya gidip orada bir aile kurmakmış… (Biliyorum burası biraz sıkıcı oldu ama idare edin artık)

Derken ben de sıkılmaya başlayıp müsaade istedim ve evin yolunu tuttum. Eve gelince o saatte n’apılır? Tabii ki maç seyredilir. Ben de öyle yaptım ve geçen haftaya kadar yapmayı unuttuğum fark edip iki haftadır tekrar yapmaya başladığım totemim eşliğinde maçımı izleyip Fenerbahçe’ye bir galibiyet daha aldırdım. Fakat konuyu açmamın asıl nedeni internet yayınında devre arasında giren ve beni benden alan bir reklam cümlesi: “Nesillerdir efkarı sevince dönüştüren Yeni Rakı, Amerika’da da yanınızda…” Vallahi içmiş kadar oldum, öyle diyeyim…

* * *

Ev bark havadisleri:

* Dün bir emlakçı eşliğinde 5-6 ev gezdik, bugün teklif verdik, pazarlık sonuçlarını bekliyoruz.

* Yarın ev arkadaşım Steven memleketine gidiyor yılbaşı için, beni yalnız günler bekliyor, nasıl olacak bilmiyorum.

* Nikah tarihimiz ve yerimiz aldığım son duyumlara göre belli oldu, açıklıyorum:
6 Şubat 2010, İzmir Fuarındaki evlendirme dairesi, saat 15:45. İlk davet ettiğim kişiler de siz kıymetli okurlarım olmuş oluyorsunuz böylece. Ona göre planınızı programınızı yapınız. Ayrıca lütfen bunu organize bir şekilde duyurmam konusunda teşvik ve önerilerinizi benden esirgemeyiniz

Bitti.



* * *



Aaa, olur mu! Bitmedi.

Hepinizin yeni yılını şimdiden kutluyorum. Yani tabii ben kutlamaya, kutlu kılmaya muktedir değilim ama kutlu olmasını diliyorum diyeyim. Kutlu, kurtlu, kuşlu, kuşkulu ama illa ki sevdiklerimizle olsun. Yer yer eylemsiz sevgilere de inanan bir hırt olsam da, daha görüşmeli, konuşmalı, yazışmalı olmasını umuyor; sağlıklı, mutlu, oyunlu bir yıl olmasını temenni ediyor ve son günlerde pek sevdiğim, eğlenceli bir şarkıyla şimdilik huzurlarınızdan ayrılıyorum…


13 Ara 2009

Garbın Âfâkı

Bugün 13 Aralık, günlerin tekrar uzamaya başlamasına 8 gün var. Uzun günlere ihtiyaç var; ışığa, azıcık daha ışığa (çok değil). Sabahları perdenin aralığından odaya sızıp uyanmayı kolaylaştıracak, hafta sonu geç kalktığında evden çıkana kadar kendisinin çoktan kaybolmaya başlamasından duyulan rahatsızlığı azaltacak bir tutam daha ışığa…

Geçtiğimiz hafta sonunun üç temel gündem maddesinden söz etmek mümkün: Haydar’ın ziyareti (ki yalnız değildi), Yelda’yla Amstel Nehri boyu yürüyüş ve ilk sinema gidintisi ve nihayet Kara Pazar.

Haydar, ‘Ankara’da belli aralıklarla defalarca tanışılan insanlar’ kategorisinden arkadaşı Güney ile buradaydı. Bir ayını yeni doldurmuş bir çömez olarak buralı rolü başa düştü, garip oldu. Ama az çok altından kalkabildim sanırım. Gezme dolaşma, yeme içme ve hoşsohbet üçgenindeki ziyaret süreci iyi geldi. Şimdi bu ziyarette seyyah konumundaki kişi Haydar olduğuçün, seyahat notlarını düşmek de ona kalsın, detaylara girmeyeyim fazla. İlk geceden temsili bir fotoğraf iliştirmekle yetineyim.




Sonracığıma, Cumartesi günü Haydar ile Güney’i kalacakları ‘squat’a yolcu ettikten sonra, Amstel boyunca Yelda ile yaptığımız yürüyüş nefes aldırıcı, fotoğraf çektirici etkiler bıraktı bünyemizde.





(Fotoğrafların devamı için buradan buyurun.)

Müteakiben uğradığımız Munt’taki Pathé sinemasında ‘Whatever Works’ü izleme şansına kavuşurken, ilk deplasman sinema ziyaretimizi de gerçekleştirmiş oluyorduk. Her ne kadar film beklentilerimi karşılamaktan uzak kalsa da, darısı nicelerine diyor; sinematik sanat merkezlerinin nadide İngilizce ve/veya İngilizce altyazılı filmleri programlarına almaları için dua ediyoruz. Amin.

Aynı gün, farklı kanallardan, bir başka ‘squat’ta bir parti olduğu haberi gelince, gece söz konusu adrese yöneldik. Loş, kalabalıkça, salaşlıktan kırılan ve fakat eski koltuğunda miskinen köpeği ve kendi halindeki insancıklarıyla hoş, pis bir ‘squat’ta bulduk kendimizi. İlk biralarımızı içip Haydar’la konuşurken şu cümleyi sarf ettim: “Burada ben bile varken Ozan’ın olmaması hiç adil değil.” Amsterdam’a gelişimin ikinci günü ilk ve son kez yine bir partide rastladığım eski ODTÜ’lü Taylan’la ikinci görüşmemiz de yine bir partide oldu. Parti diyorum ya, ben partilik kısmını göremedim açıkçası. Zira günlerdir biriktirdiğim çamaşır, bulaşık, yemek, ütü ve en önemlisi uyku işlerimi halletmek düşüncesiyle Pazarı elden kaçırmamam gereken bir fırsat olrak görüyor, ve bu nedenle 12 sularında mekanı terk ediyordum. Sonradan öğrendin ki, enstrümanını kapıp gelen gençlerin yer yer ‘jam session’a çevirdiği müzikli ve kaynaşmalı gece, sabahın ikinci ışıklarına dek uzamış. Tabii benim aydınlık pazarım bir o kadar kısa sürünce, pişmanlığım iyiden iyiye arttı.

Vakitlice kalkıp çamaşır ve bulaşık makinelerini çalıştırmam yetmezmiş gibi, üstüne bir de kahvaltı için ekmek kızartmaya çalışınca bilin bakalım n’oldu? Evet, sigorta attı… Tamam, kabul, kötü elektrik tesisatlarının bizim ve benzeri memleketlere özgü bir gerçeklik olduğunu varsayarak hata etmiş olabilirim. Zaten sigorta atması nedir ki, evdeki, bilemedin apartandaki bir-iki şalteri kaldırırsın, olur biter, değil mi? Hayır olmadı, hayır bitmedi… Önce çakmağımla elektrik sayacı dolaylarını bir süre kurcalayıp öyle atık bir şalter olduğunu fark ettim, sonra da sayacın üzerindeki bir etikette gördüğüm telefon numarasını aramak için telefona sarıldım. Neyse, İngilizce olmayan menülerden yolumu bularak ilgili şahsa arızayı bildirmeyi başardım bir şekilde ve 1 saat sonra bir teknisyenimiz kapıda göründü. “Buyurun, şu taraftan.” Buyurdu, baktı, etti… ı-ıh… Ana sigorta atmış. Ana sigorta nerede peki, hemen altımızda, giriş katımızdaki bina sakinlerinin dairesinde; sakinler nerede, dağa kaçtı; dağ nerede, aa burada… Velhasıl teknisyen kardeş komşunun kapısının altından “Gelince bize haber verin, gelip arızaya bakacağız” notunu atıp gitti. Tabii gün geceye kavuştu, gelen giden yok. Kombi yok, duş yok; ocak yok, çay yok, kahve yok; ışık yok, yapacak hiçbir şey yok… Gün kabusâne bir karaltıya ve erkenden yatağa gitmeyle son buldu. Neyse Pazartesi iş dönüşünde alt komşunun ışığını görmemle eve koşup arızacıları aramam bir oldu. Sonra da hemen aşağı inip “Merhaba, ben üst komşunuzum… böyle böyle, sakın bir yere ayrılmayın” demek durumunda kaldım. Beni içeri buyur etme nezaketini gösteren sevgili komşumuz, ne yazık ki elektrik idaresinden gelen yazıyı okuma zahmetinde bulunmamış meğer. Derken geldiler, tamir ettiler, gittiler. Işık oldu, su oldu.

Gelelim düne. Dün şirketimizin büyük yılbaşı partisi vardı. Bizim bölümden Woody Allen patron Jacob, iri-geveze sitcom tiplemesi Alex, sarışın İngiliz (kadim parti arkadaşım) Mike ve ben katılıyorduk. Sıcak sıcak sınırsız snack ve içki servisleri, canlı müzik sahnesi (loş ve arkası bordo perdeli olanlardan) ve daha büyük, iki katlı, dans pistli parti sahası ile tam bir eğlencelikti. (İstemsiz parantez: Parti sahasının üst katından aşağı seyrederken, aynı günün sabahında tramvayda aklıma gelen bir düşünce tekrar nüksetti: insanların hayat içre hali ve dışarıdan bakmaya meraksız görünüşleri. Öyle ya, dümdüz olan bu memlekette mesela kimse “sana bir de tepeden baktım Aziz Amsterdam” dizeleri yazamazdı. Neyse, geçti…) Geceden devam etmek gerekirse, biraz bu taraklarda bezi ve partisemeye meyli olan bir çalışan için gerçekten de bir motivasyon aracı olabilecek donanıma sahipti. Altı buçuk sularında erkenden damlayıp bol bol yiyip içerek, kah orada kah burada insanlarla laflayarak ve müzik dinleyip dans edenleri izleyerek geçirdiğimiz 3-4 saatin ardından, önceden planladığımız üzere ortamda alkol başat etken haline gelmeden oradan ayrıldık. Sakin sakin ve bol atıştırma eşliğindeki tükettiğim mebzul miktarda alkol neredeyse hiçbir esritik etki yaratmamış, hafif bir ağırlık çöktürmekle yetinmişti… Neredeyse 10 gündür görmemiş olduğum Aylin’i görme isteğim de çıkışımı kolalaştıran bir başka unsurdu elbet .

Nitekim 11 gibi Aylin-Birkan ikilisiyle buluşup, onların programı kapsamında bir sergi açılışının yolunu tuttuk. Video enstalasyonlarından müteşekkil sergide sanata dair bir şey bulunduğunu söylemek için bin şahit isterdi, neyse ki orada o kadar kişi yoktu. Orada birkaç bira daha içtikten sonra bu kez de bir başka parti bizi bekliyordu. Sır gibi saklanan bir adreste, özel bir bilmemne partisi varmıştı… 5-6 kişilik grubumuzdaki kanı kaynayan insanlar bir şekilde adresi öğrendi ve hoop, bisikletlere atlayıp bu kez oraya aktık (tabii benim bisikletim yok henüz, onun için bazılarına ikişer kişi binmek suretiyle olanları bölüştük). Girişte kısa süreli bir naz-niyazdan sonra bizi içeri aldılar. Ziyadesiyle David Lynch’vari olan acayip mekandaki bu parti neyse ki iki buçuk gibi bitti ve kendimizi dışarı attık. Ben bununla yetinemeyecek bir halde olduğum için, üstüne bir de eve attım kendimi. Tabii eve kadar yürüdüğüm için yarım saatten fazla süren ve sonuca ulaştığında saatlerin üç buçuğa yaklaştığı bir atış oldu bu. Sonrası uyku, sonrası hak edilmiş bir Cumartesi dinlencesi…

Yarın ufukta Van Gogh Müzesi seferi var, biraz geç oldu ama güç olmasın diyoruz.

Ha bir de, “ufukta” deyince aklıma geldi, (yazıda sona kaldığına bakmayım, mühim bir haber geliyor), görünen o ki, şubat başı itibarıyla İzmir’de Pelin ve benim başrollerde olacağımız bir izdivaç söz konusu. Gayrı resmi olarak buradan bildirmiş ve davet etmiş olayım, resmi daveti de her şey netleşince çok geç olmadan hepinize şahsen iletiriz zaten.

Son olarak, eğer oradaysanız Allah rızası için bir yorum falan yazın, ya da ne bileyim, balkonunuzun ışığını açıp kapatın…

Hepinize sevgiler…

1 Ara 2009

Nereden başlasam, Nasıl anlatsam: Boredom boredom…

Eğer yazımı geciktirmiş olmanın telaşına fazlaca kapılıp Pazar günü yazsaydım mesela, başlığım bu olabilirdi pekâlâ. Ama şimdi değil...

Hatta dün bir Pearl Jam şarkısında kulağıma çalınan ve bir an için özdeşleşeyazdığım sözlerle de süsleyebilirdim bu sefil yazıyı: “nothing changes but the surrounding bullshit that has grown…” Yok yok, şimdi değil…

Efendim gecikmeden dolayı özür dilerim ama hafta sonu gerçekten de “yazarımız yıllık kendine yazma izninin bir kısmını kullandığı için bugün eski bir yazısını yayımlıyoruz” kıvamındaydım, bir başka deyişle Amsterdam’da ilk daralmalarımı yaşamak gibi sevimli bir bahanem vardı – neyse ki tez geçti.

(Yine) bilenler bilir, öyle fazla meraklı değilimdir ışığa. Ama günlerdir doğru düzgün güneş yüzü görmemiş olmamın ve dahi bugün, geldiğimden bu yana ilk kez bu denli güneş görmemin (bir bedeli vardı elbet - ayazın soğuğuna katlanmak) bu ani depresif temayülümden dönüvermemde etkisi olmuş olabilir. O derece bulutsuzdu ki bugün gökyüzü, denizi ilk kez gri değil de mavi görme şerefine nail oldum (Ali Nail, Metin Diyadin, vs)

Madem öyle öncelikle bir önceki postamızdaki “gelecek hafta bu kuşakta” sözümüzün arkasında duralım ve söz verilmiş üç husustan dem vuralım:

1. Tropenmuseum’a geçtiğimiz geçtiğimiz Pazar günü saat 3 gibi gitme gaflatinde bulunduk. Hollanda’nın sömürgeci tarihiyle yüzeysel bir hesaplaşma eğilimini de tematik olarak içeren bir nevi etnoğrafya müzemiz, üç katlı mütevazı büyüklükte bir mekan arz etmekteydi. Fakat gelin görün ki oraya varışımız ile kapanma saati arasındaki 2 saatlik zaman diliminde bir katını bile tamamlamayı başaramadık. Böylece, tez zamanda edineceğim ‘müze kartı’ ile ziyaret edilecek müzeler listesindeki varlığını sürdürdü bu güzide mekanımız, ayrıntıları asıl ziyaret sonrası için saklıyorum müsaadenizle.

2. Ev için koalisyon arayışları: Aylin’in, benim gibi (fakat benden daha umutsuzca ve daha uzun süredir ev arayan) arkadaşı Birkan ile bir ortaklık ihtimalini görüşmek üzere buluşacaktık ki, bir gün öncesinde ani bir ‘boşalan ev’ haberi aldık. Evet, bir nevi erken boşalma, yani benim için erkendi en azından. Bir başka arkadaş olan Erin’giller evlerini boşaltmaktaydı (alt kata taşınmak üzere) ve tez zamanda yeni birilerini bulmak arzusundaydılar. O kişilerin biz olmamızı istiyordu gerçekten kendisi, doğrusu ev yer, kira ve depozito ve emlakçı masrafından muafiyet bakımından cazipti. Ancak eşyasız olması, birkaç gün içinde kontrat gerektirmesi; buna mukabil benim 1 ay da kalacak gül gibi bir evim olması hasebiyle ben acele etmeye hiç gerek görmedim. Buluruz elbet biz de bir münasip ev hayırlısıyla diyerek… Sonrasında Birkan’dan günlerce haber alamayıp, neyse başka birini buldu herhalde diye düşünüyordum ki dün kendisinin hala arayışta olduğunu öğrendim. Yine dün Yelda’nın ani bir şekilde bir aylığına başka bir odaya taşındığı haberini aldım. Yine yine dün, mevcut ev arkadaşım Steven ile “ya valla ben de bir şey bulamıyorunm, en iyis güçlerimizi birleştirip birlikte ev arayalım” muhabbetine girdim… Sonuç? Beklemeye devam…

3. Rotterdam yolculuğu: Perşembe günü, kuzey Hollanda yöresindeki vatandaşlarımıza hizmet veren Rotterdam Konsolosluğu hedefimdi. Maksat gerekli evrak ile gidip “bakın ben geldim, burada çalışıyorum, aha bunlar da belgelerim; söyleyin TC ve TSK’ya beni askere bir süre daha beklemesinler” demek. 8:30’da açıldığını ve öğlene kadar alınan sıra numarası ile iş görüldüğünü öğrendiğim bu vatan ocağına vakitlice varmak için sabah 6 gibi kalkıp 7 gibi Merkez İstasyon’dan bir trene bindim. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından 8’i az geçe Rotterdam Merkez İstasyonu’na vardııım… Ne var ki 1: etrafa bakarak güzelce geçireceğimi düşündüğüm tren yolculuğu burada günün 8’den önce ağarmaması ve uykumu alamamış olmam gerçeği ile birleşince pek de matah olmayan bir gece yolculuğuna dönüştü. Ne var ki 2: feci bir yağmur ve fırtına ilk kez ayak bastığım bu şehirde, görünen o ki, sabırsızlıkla beni bekliyorlardı. Trenden indim, yakın olduğunu bildiğim (haritadan bakmıştım) konsolosluğa doğru gitmeye çalıştıkça, geçmem gereken sokak ve cadde isimlerine bir türlü rastlayamıyor ve savruldukça savruluyor, ıslandıkça ıslanıyor, yürü babam yürüyordum. 10 dakika, 20 dakika derken halen hedefe yaklaştığıma dair bir işarete rastlayamamış fakat iliklerime kadar ıslanmayı çoktan başarmıştım. Tabii bu süreçte şemsiyemin ilk kez rüzgarda ters dönmesi deneyimini yaşadığımı ve yine ilk kez gerçekten havaya küfür etmek durumunda kaldığımı belirtmeliyim. Neyse, sonunda döne dolana, sora sora buldum gonsolosluğu. İçeri adımımı atmamla Türkiye’de olmadığımı unutmam bir oldu. Ayrıntılara girmeyeyim, ama hepsi unutturucuydu işte… anlayın. Neyse sıra numarasıydı, beklemeydi, beklerken bir gurbetçi vatandaşımızla (aa, adını hâlâ hatırlıyorum: Hayati Delice) tanışmaktı derken sıra geldi ve alışık olduğumuz bazı bürokratik muhalefetlerle karşılaştıktan sonra işlemimi yaptırıp – tabii sırılsıklamlığımdan pek bir şey yitirmedi bu arada – gerisin geri istasyona yöneldim. Islak ve fakat daha aydınlık ve nispeten rahatlamış bir ruh haliyle yaptığım yolculuk sonunda saatin henüz erken olduğunu görüp “madem öyle IND’ye (yabancılar şubesi) gidip oturma izni kartımı alayım,” dedim. Gittim de… tramvay ve tren yetmezmiş gibi bu kez de otobüse atlayıp IND’ye gittim ve inanır mısınız, huzur doldum (tabii kartımın zaten hazır olması ve mesela siyah olmamamın da payı vardı bunda kuşkusuz). Hemen buyur edilip kartımı verdiler ve hooop eve döndüm. Sonrası uyku, sonrası normalleşme…

[Flashforward] bugün, akşam yine şirketin bir Borrel (içmece) etkinliği olduğu haberi gelince, beleş içki baldan tatlıdır şiarıyla oraya uğradık. Orası dediğim yer de daha önce defalarca önünden geçtiğim, geçerken de “ne güzel bir kilise, bir ara içeri girip göreyim” diye geçirdiğim ve fakat artık bir cafe-bar olan tarihi bir kuley(miş)di. [Hatta adı da Schreierstoren (Weeping Tower) imiş ve eski zamanlarda uzak diyarlara açılan denizcilerin eşleri ve edevatı bu kuleye çıkıp arkalarından mendil sallar, ağlarlarmış] Dolayısıyla günlerdir yazmak üzere aklımın bir köşesine not ettiklerimle hâlihazırda yazdıklarım arasındaki mesafe, eve geldikten sonra üzerine içtiğim çorbaya rağmen, orada içtiğim güzel şaraptan kaynaklanmaktadır.

(“Çok uzun tümce” uyarısı aldım, yoksaydım –bunun için de uyarı aldım ama bunu yoksayamayacağım, kusura bakma Ms. Word.– kusura bakmayın)

Bu yazımızın da sonuna gelirken mühim not – Pelin’in lojistik desteği ile artık bir fotoğraf makinem var ve müteakip yazılarda her an (muh)telif fotoğraflarlarla karşınızda olabilirim.

İyi geçmiş bayramlar diler, hasretle kucaklarım…

PS: Önemli bir ayrıntıyı unutmuşum: Bugün yazmak yönündeki bir numaralı motivasyonum, " 'bir ara' yazmalıyım" sayıklamalarım sırasında karşıma çıkan hoş bir tesadüf oldu. O tesadüf elbette günün tarihinden başka bir şey değildi -- 01 Ara.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...