6 Oca 2010

“Gökyüzü, çekil üstümden”

Sevgili arkadaşlar,

Öncelikle, yeri geldiğinde ‘düzenli okumama,’ ‘yorum yazmama’ gibi durumlarda çemkirme hakkını kendinde gören bir blog yazarı olarak, bu kez en azından bir özür borçluyum sizlere. Arayı bu kadar uzattığım, mühim günleri ve gelişmeleri sıcağı sıcağına yazmadığım için. Bu bekleyişin muhtelif sebeplerinden söz etmek mümkün: Noel ve yılbaşı haftalarında etraftaki aşırı tatil havasının üzerime sinmiş olması, bu havanın bendenizde yer yer bezginlik şeklinde tezahürü, başta Steven ve Aylin olmak üzere iş ortamı haricinde iletişim halinde olduğum insanların çoğunun Amsterdam’dan gitmiş olmasının yarattığı quasi-yalnızlık hissiyatı ve en nihayetinde dün itibarıyla evde internet olmaması. (Özrümü pekiştirmek için ekleyeyim, akşam evde kaleme almakta olduğum bu yazıyı yarın sabah hususiyetle erkenden gidip ofisten bloga aksettireceğim)

Şimdi filmi biraz geri sarıp sizi en son bıraktığım yerden alalım:

23 Aralık Perşembe günü normal mesai saatinden bir iki saat önce, üç günlük hafta sonunun heyecanıyla ofisi terk ederken herkes Noel’de ne yapacağını konuşuyor, birbirine anlatıyordu. Bana sorulduğunda, evde tek başıma olacağımı, zira Steven’ın 10 günlüğüne memleketine gittiğini, öyle çok meraklı olmasam da adet yerini bulsun ve kendime bir eğlence olsun diye evde biraz yemek yapıp oturup efendi efendi içeceğimi söylüyordum. Çıkışta tramvaya yürürken Mike, birkaç arkadaşlarının onlarda olacağını ve istersem benim de katılabileceğimi söyledi. Teşekkür ettim, “olabilir,” dedim, “gelmek istersem ben seni ararım.” Sonra ev gittim, hızlıca yemeğimi yedim ve yattım. Çünkü çok yorgundum, uykusuzdum; hem yarın vakitlice kalkıp günü verimli geçirdikten sonra daha güzel bir Noel bahaneli akşam eğlencesi yapabilirdim kendi kendime. Şöyle kalkıp güzel bir alışveriş yapardım, hem kahvaltım hem gecem şenlenirdi. Ama olmadı. Hayır, geç olmadan uyanmayı becerdim Cuma günü, fakat ne yazık ki sokak boştu. Bir de baktım, ayın 25’i olmuş. Anlayacağınız tren kaçmış, dün 23’ü değil 24’üymüş meğer. Dolayısıyla bırakın marketi, açık bir tek dükkan bile bulmanın mümkün olmadığı gününe gelmişiz tatilin. Geçmiş oldu.

Neyse, o hafta sonu Yelda’yla Filmmuseum’a gidip ‘Eve’ adlı pek de matah olmayan bir Joseph Losey filmi izlemek ve nikah davetiyesinin tasarımıyla uğraşmakla sonlandı.

Bu arada, yazıların arasının uzamasına neden olan dinamiklerden biri de sanırım bu davetiye ayarlama, organize haber verme gibi işlerin benim iletişme kotamdan fazlaca yemiş olması. Kendimi tanıdığım kadarıyla pekâlâ böyle saçma bir psikolojiye kapılmış olabilirim.

Ne diyordum, evet, o hafta pek çok kişinin izinli olması hasebiyle ofiste de sessiz sakin geçtikten sonra, bir nevi déjavu unsurlar da içeren yılbaşı haftasonusu beni beklemekteydi. Bu kez Perşembe günü işten çıkarken o günün ayın 31’i olduğu gerçeğini zihnime iyice kazımıştım. Üstelik bir gün evvelden Yelda’yla konuşup son anda geceyi pıs pıs yalnızlıktan da kurtarmıştım. Eve yine erkence geldikten sonra planladığımız gibi Yelda’yla buluşup alışverişe gittik. Plan buraya kadar işledi. Çünkü, saat henüz akşamın altısı, bilemedin yedisi olmasına karşın her yer çoktan kapanmıştı. (Bundan sonrasının aslında geceyi kurtarma çabalarından ibaret olduğunu söylemek, geriye dönüp baktığımda, maalesef hiç de yanlış gelmiyor.) Zar zor açık bir yer büfe/lokanta bulup yiyecek bir şeyler almış olmakla ve Yelda’nın neyse ki getirmiş olduğu bir şişe şarabın varlığıyla avunarak başladık. Yiyecekleri alırken benim dilime üşüşen “ne yazık ki hicran, gözyaşı dolu” nağmelerinden mütevellit, kısıtlı erzakımızı yemeye hazır eder ve tüketirken bize Candan Erçetin eşlik etmekteydi. Birkaç saat içinde şarabımızın dibini görmemiz, evden çıkma vaktimizin geldiğinin de habercisiydi. Gece 1.30’a kadar toplu taşıma araçlarının da tatilde olduğunu, inanmazsınız, önceden biliyorduk. Yavaş yavaş merkeze yürüyüşümüz başladı. Belli bir noktadan sonra kitlesel bir yürüyüşe dönüştü, zira merkez curcunasına akın eden insan sayısı hiç de az değildi. Tabii bu arada akşamın çok erken saatlerinden itibaren, bizim geleneksel mahalle eğlencelerimizden biri olan fişek patlatmaca, kızkaçıran atmaca, silah sıkmaca türevi alışkanlıklar, şaşkınlık verici boyutlarda burada yaşanmaktaydı. Öyle ki bu minval üzre bir ‘maganda’ kültürünün Avrupasızlara has olduğu yolundaki saçma inanışımız derinden sarsıldı. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kimbilir hangi ara depoladıkları cephanelerini seferber ederek delicesine bomlatma, patlatma, uçurma furyasına gark olmaktaydılar. İnsan her adımında potansiyel bir irkilme refleksinin gerilimiyle ilerliyor, içinden ‘sağ salim’li cümleler kuruyordu (insan da ben oluyorum). Bir noktadan sonra etraf iyiden iyiye barut kokmaya başladı. Derken kazasız belasız Nieuwmarkt meydanına vardığımızda saatler geceyarısını vurmak üzereydi. Havai fişeklerin saçtığı ses ve ışıkların yoğunluğu zirveye varmıştı artık. Bir yarım saat için eğlenceliydi, kabul (Birkaç gün evvel dikkatinize sunmuş olduğum aşağıdaki video bu anları resmetmektedir). Fakat binlerce kişinin arasında elinde içkisi olmayan iki zavallı olmamızın, bitmek bilmeyen patlamalarım kafa beyin bırakmamasının ve aşırı soğuk havanın da katkısıyla saat bire doğru “e yeter artık ama!” noktasına geldik. En iyisi yavaştan dönmekti. Ufak çaplı sağlık sorunları nedeniyle beklediğimizden de yavaş oldu dönüşümüz, fakat sonunda eve geldiğimiz an belki de gecenin en mutluluk verici anıydı. Sonra azıcık daha oturup ısındığımızdan emin olduktan sonra hak ettiğimiz uykularımıza koştuk.

Cuma, Cumartesi hiiiç kımıldamadım yerimden.

Pazar, yine yalnız, yine kimsesiz de olsa çıkmalıydım. Çıktım. Tabii ki Haydarbar’a gittim yine. Gün ve saat itibarıyla yaş ortalaması hayli yüksek olan müşterilerden, çalan amcaların dostu ahbabı olduğunu düşündüğüm öndeki birkaç masadan birindeki bir teyzenin buyur etmesiyle, bu kez sahnenin dibinden, saksafonun içinden dinledim müziği. İyi geldi, akşam döndüm.

Gelelim zurnanı zırt dediği yere… Geçtiğimiz hafta teklifimize kısmen olumlu yanıt aldığımız ev için artık son düzlüğe girmiş, kararımızı kesinleştirmiş ve fakat Steven’ın ortalıkta olmaması nedeniyle bir türlü somut bir adım atamıyorduk. Somut adımdan kastım, kira+depozito+emlakçı parasından müteşekkil yüklü meblağı ilgili banka hesabına yatırmak aslında. Pazar akşamı saatler ilerliyor fakat Steven efendi gelmedikçe gelmiyordu. Bunun üzerine ‘yeter’lenen ben dayanamayıp gözümü kararttım ve o meblağın yarısını, bir hayli yutkunarak internetten gönderiverdim. Gecenin bir vakti Steven geldiğinde ben çoktan yatağıma gitmiştim. Sonra yattık kalktık, sabah yazıştık, paraları denkleştirdik ve kontrat ve anahtar teslimi için emlakçı taifesiyle randevulaştık. Çıkışta ev adresinde buluşup kısa bilgilendirme ve tetkik turlarının ardından imzaları atıp evimize kavuştuk. Hemen ardından eski evimize yollanıp paketlenmiş valizlerimizi kapıp getirmemizle birlikte ne olmuş oldu? Olmuş oldu. Bitti. Bu arada dün akşam büyük-küçük odalar için yazı-tura atarken, Pelin’den almış olduğum ‘yazı’ tiyosunu bir anlık gaflet eseri ters talaffuz etmem sonucunda küçük oda bana kaldı yine. Üstelik büyük yatak da birkaç içinde gelecek. (Şu an size bir ranzanın alt katından yazıyorum :)

Bugün de eşyalarımı yerleştirmemle birlikte yerleşik hayata geçmek adına büyük adımı atmış oldum. Şimdi sırada ikinci anahtarı almak, gerçek yatağımı edinmek, internet ve TV bağlatmak, salona mutlaka ama mutlaka loş bir lamba almak gibi minik işler var.

Yani başta söylediğim internetsizlik aslında giden bir bağlantıdan değil, yeni gelinmiş bir evden kaynaklanmakta. Hayırlı bir bağlantısızlık diyebiliriz.

Hayırlı ya da hayırsız aramıza fazlaca bağlantısızlık girmemesi umuduyla hepinizi öpüyorum.

Esen kalınız…

Not: Ilgili gorsel malzemeyi de en kisa zamanda yuklemek icin firsat kollamaktayim.

6 yorum:

Unknown dedi ki...

ev işinin halledilmıs olması guzel bir haber. yeni evinde seni yakın zamanda zıyaret etmeyi umuyorum.

biçki dikiş dedi ki...

yerleşmek konusunda cesaret verici bu dev adımdan ötürü kutluyorum ben de. darısı başıma.

Pelin Gumus Sariot dedi ki...

barın adı da "haydarbar" kaldı :)
beni de götürrrr haydarbara :))

biçki dikiş dedi ki...

dilek ve şikayet: eray önce ajit-propla beklenti yaratıyorsun sonra da yazmaya uzun aralar veriyorsun.
biraz daha özen bekliyoruz, lütfen.

Eray Sarıot dedi ki...

dun itibariyla evimize internet gelmistir, bu demek olmaktadir ki tabldog yazilmaya, cizilmeye, gonul koprumuz olmaya devam edecek, bizi ozensizlik ithamina mahkum edenlerin yuzu kizaracaktir.

bu arada bicki dikis, kimligini teshis etmekte gucluk cekiyorum :) keza blog spot ve duduklu pencere'nin de.. bundan sikayetci miyim? cok da degil..

biçki dikiş dedi ki...

beceriksiz bir blog yorum yazarı diyelim "onlar"a biz. yorum göndermek için çeşitli yollara başvurması sonucunda bir sürü rumuzu olmuş böyle. bu konuda korkunç hikayeler anlattı. ilerleyen zamanlarda yorum yazmak için açmak zorunda kaldığı kendi blogunda bu hikayelere yer verebilirmiş.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...