Bir önceki yazının psikolojik teması olan 'bahar' küllen yalanmış: Geçtiğimiz hafta adeta güneşli bir balkondan perdeleri kapalı bir odaya yaptığım geçişin ardından bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Balkonun adı İzmir, odanınki malum… Üstelik güneşin bir kısmı sevdiğim insanlarken, (amster)odamın loşu pek kimsesiz bu aralar.
Üstüne bir de yalnızlık olunca biraz, ‘yazma da içinde yat’tı. Öyle yaptım. Şimdi belli belirsiz doğruluyorum kalkarmış gibi, odada bir pencere açma çabası diyelim.
Aslında çoğu zaman olduğu gibi yine yazamama sebepleri yazılacakları oluşturuyor. Başka deyişlerden biriyle, durmadan yazabilecek olsam yazacak bir şeyim olmazdı. Hayır, yalnız olanlar değildir elbet kalemi besleyen, ama insan şart. Tıpkı âmâ insanların şart olduğu gibi...
Demek ki neymiş, yazmaya sebep de olabiliyormuş insancıklar, yazmamaya bahane de…
Asaf’tı sanırım, şöyle bir şiiri vardı:
Bir şey olmasaydı yazmak olmayacaktı,
Başka bir şey olmasaydı silmek olmayacaktı.
(Kalem ve silgi değil tabii burada mevzu bahis, oysa, itiraf edeyim, bir okuyuşumda öyle düşünmek hoşuma gitmişti yıllar evvel.)
Bir de, benim daha sevdiğim Handke türeviyle,
Bir şey imkânsız hâle geliyor,
Başka bir şeyse mümkün.
[Eli saçmaların sonu]
* * *
Önce oyun toplaşamaması oldu galiba (ondan önce söz vardı aslında, zaten verilmiş sözler olduğu içindir ki bu eksiklik bir yazamayasıma maya oldu); sonra Nijmegen ziyareti; hemen arkasından Erk ve Peçel’le Amsterdam buluşması; akabinde İzmir günleri; müteakiben dönüş sancısı, kupa acısı, yumurta ekşisi…
Ve işte nihayetinde yazacak derman - ite kaka.
Nisanın en ortasındaki Cuma günü iş çıkışı, buradaki ilk hür iradeli şehir dışı seyahatim için trene atlayıp Nijmegen’a, Haydar’ı ziyarete gittim. Muhtemel anahtar sözcükler: güzel hava, küçük yeşil şehir merkezi, öğrenciler, tavlalı coffeeshop. Mesela böyle bir şeyler. Pazar günü 1,5 saatlik dönüş yolunu, üç tren değiştirerek ve yaklaşık 4 saatte gelebildiysem de, insani melekelerimi bilemesi ve kafa tazeleyici olması bakımından güzel bir hafta sonu olmuştu.
Hemen o haftanın perşembesinde, Polonyalı iş arkadaşımız Justyna’nın iş değişikliği sebebiyle aramızdan ayrılmasına istinaden ofisçenek bir akşam yemeğine gidildi. Bazaar adındaki eski bie kiliseden bozma mekân, gerek dekor, gerekse yemek ve müzik olarak oryantalizmin doruklarında dolaşmaktaydı. Mesela çalan müzikler, ortamda ancak bir dansöz varken anlamlı olabilecek nitelikteydi ve ben o akşam adana kebap yedim. Gecenin hemen başında henüz tek yudum almadığım bir bardak birayı ‘patronumuz’ Jacob’un üzerine devirivermem hatırlamaya değer eğlenceliklerden biriydi. Derken bu güzel akşam on sularında sonlandı.
Ancak gece benim için bitmiyordu. Zira hafta sonu geleceklerini bildiğim Erk ve Peçel kafilelerinden ilki, gün içinde öğrendiğime göre o akşam şehrimize teşrif ediyorlardı. Lisanstan pek sevdiği bir arkadaşım olan ve yıllardır görmediğim Erk’i görmek için bir sonraki günü beklemek olmazdı. Bazaar’dan çıkar çıkmaz onlarla (gidene kadar –lar’ın kim olduğunu bile bilmiyordum) buluşup (-lar, kardeşi ve sevgilisiymiş [kardeşinin sevgilisi değil]) birkaç saatlik hızlı bir özlem giderme ve yeme içme görüşmesiyle gece sonlandı.
Cuma akşamı daha etraflı bir görüşme oldu. İkimizin de sandığından daha uzun süredir görüşmemiş olduğumuzu idrak ettikten sonra, bu sürede bihaber kaldığımız ayrıntılarından bahsettik hayatlarımızın. Mesela görüşmediğimiz yıllar içerisinde İsviçre’de maymunların beyinlerine elektrot bağlayıp analizler yapan, kodlar yazan bir nöro-teknoloji öğrencisiyken şimdilerde algoritmik finans yaklaşımlarına merak sarmış müstakbel bir iş insanı oluşunun hikâyesini ne tepki vereceğimi bilemeyerek dinledim. Hatta bir süre anlam veremediysem de, daha sonra sıkıcı detaycı ve nasıl yanici sorularımla anladım hepsini…
Cumartesi günü Peçel ve ‘kız arkadaşı’nın Dublin’den gelip meclisimize katılmalarıyla, keyfimiz iyice arttı. Hoşbeş, kahve bira, şehir gezintisi ile geçen günün akşamında (tıpkı bir önceki akşam olduğu gibi) hepberaber bir coffeeshop’ın yolunu tuttuk. Ancak Peçel’in kısa sürede bünyevi çöküş yaşaması, Erk’in burun kanamasından mustaribiyeti, bana doğal olarak ‘siz de yaşlanmışsınız be’ dedirtti. İşte tam bu noktada güzel bir non-lineer yaşlanma hipotezi ortaya attım. Dedim ki, (5-10 yıl öncesini kastederek) tabii siz o zaman gençtiniz, teenager’dınız, şimdi yaş geldi otuza, yaşlandınız. Oysa ben, o zaman da yaşlıydım, o yüzden arada geçen sürede daha fazla yaşlanmadım. Bu mevzu üzerine konuşunca vardığımız sonuç, benim 15-16 yaş civarında 10 yıllık ani bir yaşlanmaya maruz kaldığım oldu. Üzerine biraz düşününce inanmadık, güldük. Ama içten içe düşündüm, acaba şakalardaki asgari ciddiyet payı ne kadardı?
Sonraki haftanın ortasına geldiğimizde, yeni bir heyecan ufukta belirdi: 5 günlük memleket ziyareti. Perşembeden pazartesiye annem, Özge, Pelin, Saygın; yemekler, deniz, güneş, Efes Pilsen, Yeni Rakı, vapur, nargile derken, güzelim İzmir günleri, şehri ve insanları ne kadar özlediğimi fark etmemle ve bir o kadar da çabucak geçti.
Dönüşümde beni karşılayan ıslak, soğuk ve ıssızca Amsterdam gecesi, kendimi sudan çıkmış balık gibi hissetmeme neden oldu. Rakı şişesinden çıkmış balık mı demeli yoksa? Tabii o anda bu hissin günlere yayılacağını bilemezdim. Yayıldı. Salı işe gittiğimde, normalde bir ayda gelen sayıda işin ve e-mailin üç iş gününde gelen kutuma akın etmiş olduğunu görmek, balıklığın öyle kolay geçmeyeceğinin de işaretiydi aslında –
Balığım, balıksın, balık.
Balıktım, balığım, balıkacağım.
Neyse ki Çarşamba buradaki sayılı resmi tatil günlerinden biriydi ve büyük bir şans eseri, Trabzonspor’la gündüz vakti abuk bir saatte oynayacağımız kupa final maçını izleyebilecektim. Tabii ne oldu, yine bize hüsran, bize yine hasret oldu, yine bize kupasız günler düştü. Nanemolla halet-i ruhiyem, bir darbe de oradan yedi. Bana ve Alex’in canım golüne yazık oldu. Kös kös köstepe oldum, akşama kadar evde oturdum. Neden sonra aklıma film izlemek geldi. Aa, mesela bir türlü izleyemediğim şu Kaplanoğlu üçlemesi var, dedim. Aradım buldum, Yumurta’yı izledim. İzlemez olaydım - demek konusunda tereddüt ediyorum. Filmi beğendim mi, bilmiyorum. Ama etkilendim, orası kesin. Gün ve hafta boyunca yüzüme yerleşen o asık surat ifadesi fizyolojik tepkilerimi katılaştırmamış olsaydı ağlayabilirdim hatta. Olmadı. Filmden sonra bir süre içimden istemsiz sayıklamakla yetindim: Yumurtayı vurmasınlar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder