Tanıdık vadilerini arkada
bıraktıkça bildikleri
görüntülerden uzaklaştılar, bu da onları canlandırdı.
(Thomas Mann, Büyülü
Dağ)
Bir bambaşka
okumada karşıma çıkan cümle (Benjamin miydi?) [2]
İnsanlar eylemlerinde dar kişisel menfaatleri ile ne kadar çok hareket
ederlerse, kitle içgüdüleri tarafından o kadar çok belirlenirler.
Cümleyi okur
okumaz üşüşen sorular: Kişisel menfaat önceliği mefhumunu ortaya çıkaran
tarihsel ve toplumsal bağlamdan ötürü mü? “Kitle içgüdüsü” tam olarak nedir,
hangi koşullarda gözlemlenir? Tarihsel bir kategoriden mi bahsediyoruz yoksa
zamansız bir güdüden mi? Kitle içgüdüleri kişisel menfaate içkin mi, yoksa
menfaatçi bireysellikler toplamında mı tanımlı?
İki satır sonra
kısmen gelen cevap:
Bu kitle içgüdüleri giderek hayattan yabancılaşmaktadır. Benjamin bunun
insanların yaklaşan bir felaketten nasıl kaçabilecekleri konusunda
duyarsızlaşmalarına neden olduğuna inanır. İnsanlar hayatın alışıldık
biçimlerine o kadar sıkı sıkıya bağlıdırlar ki kriz anlarında bile akıllarını bir
kenara koyabilirler.
İşte tam bu
noktada nicedir aklımın bir karış menzilinde yüzen baloncuklardan biri
pırtlıyor: alışkanlık. Edim ve hatta becerilerimizin tekrar edilmekten içselleştirilip
aleladeleşmesinin farkındalık, duyarlılık ve açıklığımıza etkisi, ve bunlara
bağlı olarak kudret kapasitemizle ilişkisi.
Her alışkanlık
alıştığının varlığına gözbağı, alışanın sınırlarına kafes. Aralamam gerekirse
şöyle bir şey: Alışkanlıkla icra edilen eylemler kendimize görünmezleştikleri
ölçüde yapabildiklerimizi gizleyen bir perdeye, bir yanıyla da yapabileceklerimizin
sınırlarını kısıtlayan bir kafese dönüşüyor. Alışkanlıkla örtüldüğü ölçüde perdenin
ardındaki kudret dekadre oluyor. Hem dikkatimizin kadrajından kaçması
anlamında dekadre, hem de kadrinin bilinmezleşmesi...
İster çok
çalışarak ister kendiliğinden rutinleşerek, farkında olarak veya olmadan ezberlenmiş,
otomatikleşmiş işleri düşün mesela. Şimdi bu işlerin dünya ile ilişkimize tabi
ödevler olması başka; dünya ile ilişkimizin karakterini belirleyici
olmaya başlaması, onları yapıp ediş tarzımızın ideolojik belirlenimlerinin
dünyaya yönelimimize adeta metastaz yapması bambaşka. Özellikle zihinsel ve
ideolojik ‘mesleki deformasyona’ savurmaya müsait yabancılaştırıcı işler bu
ikincisine cevaz verebilir, doğru. Sadece belli bir dünya tahayyülü bağlamında
anlam taşıyan bir konuda ‘uzmanlaşmak’ kuşkusuz başka dünya tahayyüllerine
geçiş yolunu daraltıp büsbütün kapatabilir. Ve fakat risk, ekseriyetle indirgemeci,
tüketim endeksli, ve çıkar maksimizasyonuna dayalı kapitalist mantık
çerçevesinde tanımlı, David Graeber’ın ne de güzel Türkçeleştirilmiş tabiri ile
“tırışkadan işler” ile sınırlı değil. Yaratıcı, özgürleştirici, siyeseten daha
doğru uğraş dünyaları da benzer bir saplanma riskinden azade değil bence. Bir
zamanların büyük sanat eserlerinin yoz zaman ve bağlamlarda kiçleşebilmesi
gibi, iyi niyet ve hatta doğru, değerli ilkeleri esas alarak girişilmiş işler
de, beriki zihniyetin yaygınlık ve kapsayacılığından doğan şiddetli çekim
gücüne kapılıp savrulma tehlikesi hesaba katıldığında, bir süre sonra yola
çıkış saikleri ile örtüşmeyen bir yörüngeye kayıp tırışkamsılaşabilir. Her iki
durumda da belirleyici olan şöyle bir süreç: Verili gündelik uğraşlarının
oluşturduğu habitus bağlamında kurduğun ilişkilenme biçimleri, diğer insanlar
ve dünya ile ilişkilenmenin esas (ve hatta tek) yolu olduğu zannını adım adım
inşa ediyor. Muhtemel ki senin ruhun bile duymadan bu zan zamanla sana
dönüşüyor. Zaten ruh duysa zihin irkilir, beden uyanır, hop, der, n’olyoruz. Meselenin
can alıcı bir noktası da burası. Ruhun duymadığını duyulur hale getirmek,
kendini bize duyurmadan içeri sirayet eden toksik bir sada var mı diye hiç
olmazsa yoklamak nasıl mümkün olabilir?

İngilizce’de ve
en azından başka birtakım Germenik dillerde “[bir şeyde] evinde olmak” diye bir
deyim var. Belli bir işte veya konuda yetkin olmak, kendini rahat hissetmek
anlamında. Ne hoş değil mi, evinde olmak? Bir konuya hakim olmanın veya bir işi
gözün kapalı yapabilecek kadar o işte iyi olmanın, orada kendini evinde gibi
hissetmenin kendinde olumsuz bir yanı olmasa gerek. Fakat bu ‘evde olma’ halini
‘dünya içinde olma hali’ ile – veya tam tersi – karıştırmaya başladığın, kendi
kurmadığın dünyayı sana ait sandığın evin uzantısı gibi yaşamaya başladığın takdirde
işin rengi değişiyor. Zira dünya içinde oluşu (isterseniz yaşama sanatı diyelim
daha poptirik bir tabirle) öğrenilip bitirilecek, tamamına erilecek,
uzmanlaşılacak bir beceri olarak kodlamak güç. Diyeceğim, hayatın geri kalanına
sirayet edip onu kendi dizgesi ile dizginlemeye meyilli inhisari bir zihniyete
kapılmayı beraberinde getiriyorsa, cam duvarlı bir hapishaneye dönüşebilir o ev. [3] Karmaşık oldu. Daha anlaşılır olması için (bence en çok da benzer bir punduna
gelmişlerin sevdiği) bir başka yaygın tabirden yola çıkarak ifade etmeye
çalışayım: ufka yayılan konfor alanı ve bunun güçten düşürücü etkisi.
İnsanın en müthiş
kapasitelerinden biri olan alışma becerisinin organik bir uzantısı olan
alışkanlıklara ve bunların özellikle kriz dönemlerinde korkutucu dumur
vesilesine dönüşme ihtimaline geri dönelim. Tekrar etmek gerekirse, hayatın
alışıldık biçimlerine kapılmak, eyleme gücümüzü iki taraftan kuşatıyor. Bir
taraftan sahip olduğumuz ve biteviye işe koştuğumuz enerjiyi gözden kaçırarak sarf
ettiğimiz gücü ihmale itiliyoruz. Diğer taraftan, bu gücü daha farklı sarf
etmeyi tahayyülden ve bunun yanı başımızda duran kanlı canlı bir imkan oluşunu
idrakten uzağa düşüyoruz. Yukarıda alıntıladığım yazıda geçen, “ekonomik ve
siyasi kriz koşullarında insanların devrimci içgüdüden yoksun olmaları” vurgusu
böyle bir yere işaret ediyor.
Ara toplam: Alışkanlığın
iç ediciliği. Akışkanlığa kendini kapatıcılığı. Dışta kalan her şeyin bilindik
cinsinden, yeknesak ve yekpare algılanmasına davetiye çıkarması. Bir de bakmışsın
zamansız gibi görünen o bilindikler silsilesi seni ve etrafındakileri
bilinmedik krizlere sürüklemiş, ama yola çıktıktan bir süre sonra direksiyonu
devrettiğin “kitle içgüdüleri” bu duruma cevap vermekten aciz. Eh, otomatik
pilot bu durumlar için eğitilmemiş.
Konfor alanından
devam edelim. Kapılmanın kolay, sıyrılmanın zorluğu malum. Duysuz ve tatlı,
hatta bağımlılık yapıcı bir çekim gücü olduğu da. Çünkü ‘kolay’, çünkü
beterinden esirgeyici, çünkü maazallah dışarısında bizi neyin beklediği ne
malum, çünkü verili tahayyül ile devama elverişli. Kapitalist Gerçekçilik
kitabında Mark Fisher bağımlılıkiçin, Spinoza’nın geç kapitalizmin afektif
(yani duygulanımlar düzlemindeki) rejimini tahlil için faydalı araçlar
sunduğunu hatırlattıktan sonra şöyle diyor:
… Spinoza göstermiştir ki bağımlılık, anormal bir durum olmak şöyle dursun,
(kendilerinin ve dünyanın) donmuş imajları tarafından mütemadiyen tepkisel ve
tekrarlayıcı davranışlara esir edilmiş olan insanın standart halidir.
Spinoza
felsefesinin Fisher’in sözünü ettiği tahlile yönelik tatbikinin etkileyici bir
örneğini Frédéric Lordon sunuyor. Lordon’un vurguladığı sayısız önemli husustan
konumuz ile ilgisi bakımından sadece ikisine değinelim: Bir, Spinozacı anlamda
yabancılaşma, orijinal bir özgürlüğün veya saf bir özerkliğin (Spinoza’ya göre
bunlar zaten mevcut değildir) yitirilmesinden ziyade, belirli duygulanımlara
saplanma halidir. İki, buna mukabil, devlet, insanların kendi özgür kararları
doğrultusunda yaşadıklarını düşünmelerini ister. [4]
Kendinin ve dünyanın
donmuş imajları, belirli duygulanımlara saplanmışlık hali, ve fakat bunların
verdiği özgür seçim yanılsaması. Modern kapitalist dünyayı kuran ve işlerliğini
sağlamaya çalışan güçlerin temel saiklerinden ve hakim paradigmasından uzun
uzadıya bahsetmeye gerek yok sanırım. Dolayısıyla dükkanı döndüren imaj
rejiminin içeriğinin nelerle örülü olduğundan da. Hal böyle olunca, dünyanın
donmuş imajları tespitinin işaret ettiği başlıca sonuçlardan biri yarattığı
değişmezlik yanılsaması. Tam da buradan doğru o acı eleştiri geliyor: çoğunluk
için dünyanın sonunu tahayyül etmek kapitalizmin sonunu tahayyül etmekten daha
kolay. Evet dünyanın sonunu tam haliyle hiç görmedik, yaşamadık, bilmiyoruz ne
mene bir şey oluğunu, ama işte her şeyin bir sonu vardırsa, dünyanın da vardır.
Dahası günümüzde doğrudan veya dolaylı insan eliyle yaratılan katliam ve
yıkımlar karşısında bunu tahayyül edebilmek için öyle aman aman bir hayal
gücüne sahip olmanız da gerekmiyor. Eyvallah. Yalnız şu da var, kapitalizmin
sonunu tahayyül etmekteki güçlük bu sonu bir tahayyül nesnesi haline dahi getir(e)meme
noktasında da mevcut. Yani sadece kapitalizme mutlak bir güç ve kalıcılık
atfedip onu nasıl ortadan kaldırabileceğimizi düşünmedeki bir yetersizliğin
ötesinde (daha doğrusu berisinde), henüz böyle bir sonu bir tahayyül nesnesi
haline getirebilme eşiğine dahi varmakta güçlük çeken bir kolektif
(gayrı)muhayyileden söz ediyoruz.
Dünya imajının
kısır bir çerçeveye hapsolduğu yerde, dünya içre varlıklar olarak kendimizin
imajlarının adeta donuk doğması ve kendimize dair zımni bir değişmezlik
algısını beraberinde getirmesi şaşırtıcı değil. Faillik imkanı, giderek “kendi
özgür kararları doğrultusunda yaşayan” otomatların özgürlükleri denizinde
boğuluyor. Alışkanlıklardan mürekkep yeknesaklıkta sıkıştırılıp görünmezleşiyor.
Donuk imajların aksine faillik iki boyutun ötesine geçebilen bir bakışa muhtaç.
Gücümüz görünmezleştikçe gözden ve dahi zihinden uzağa düşüp biteviye silinme
noktasına geliyor. En güneşli günde bile sessiz sedasız çalışan, manzaranın bir
parçası haline gelmiş sileceklerle. Bir sağa, bir sola; bir sağa, bir sola.
Bir kez daha – donmuş
imajlar. Sabit, akışımsız, muhayyileyi yormayan, mümkünse ona gerek bile
bırakmayan. Ne güzel. Fakat içten içe bünyeyi yoran işleyişi berdevam kılmakta
bir o kadar mahir. Sahi bu yorgunluğun kaynağı ne?
Durup dinlenmeli
mi? Yoksa zaten durmaktan mı yorgunuz, durduğumuz yerden mi? Dur bakalım. Yerinde
ağırsın. Ne ki ağırlığının farkında değilsin. Hay allah! Bu seni “özgür” ve
“güçlü” kılıyor – lakin bir bedeli var, kudretin tedavülden kaldırılıyor. [5]
Evindesin. Rahat.
Burada güçlü olmaya ihtiyacın dahi yok. Evindesin. “En zayıf oldugun yer”de. Bu
evin mimarı kim? Ne mi diyorum ben ya? Statü ko, rahvan gitsin – mi demeli?
Hiçbir şey dememek bunu demeye geliyor çünkü.
Evden nasıl
çıkılır, donmuş imajlar nasıl kırılır, faillik nasıl hatırlanır? Sorular zor,
bambaşka cevaplar mümkün. Deneyelim.
Mesela şöyle bir
cevap, kabaca. Öteki ile yaratıcılığa ve dönüşüme açık karşılaşmalar örgütleyerek.
Bunu verilinin ortasında, başta sınırları belli müstakil bir mıntıkada ama
verili koşullara dönüştürücü bir güç ile taşma ihtimalini ve imkanını besleyip
açık tutacak bir şekilde yaparak. Ötekinden kasıt sadece benden başka olan
değil, yeni, yabancı, ve hatta tuhaf tüm benlikler ve var olma biçimleri. Başta
liberal bir dünya tarifi gibi gelse de devrimci içgüdüyü uyandıracak kıvılcımın
arayışı bu. Verilinin içinde ama ondan ayrı bir çerçevede olmasını vurgulama
nedenim biraz da bu aslında. Çünkü bu “ayrı” olma hali açılan alanı “yeni”
kıldığı gibi, “mevcut” olana tezatlığı itibarı ile onda bir gedik açma
potansiyeli taşıyor. Önce bir uğradığın, sonra yeknesaklık tabakasında bir
delik açabildiğini görüdüğünde o açıklığın peşine düşüp büyütmek için
uğraşabileceğin bir gedik. Konfor alanının ufka metastazı demiştim ya, bu da tersten
bir organik büyüme umudu. O çok sevdiğim dizeyi anarsam yine: “Bütün iş o ilk
yudumdadır.” Tebdili dünyaya bir ilk adım. Olası sonsuz sayıda ilk adımlardan
biri. Bu tartışma bağlamında en çetrefilli mevzu tebdilin doğasını düşünmekten
dahi aciz oluşumuz ve biraz da buna bir derman bulmaya çalışmak ya, işte o
yüzden her şeyden önce bu mayalanmaya bir alan açmak. Başka türlüsünün mümkün
olduğunu hatırlamak lazım ilk evvela. Buna doğru yapılacak irili ufaklı tüm o
hamlelerin – ki yekünü bir devrim tutabilir – bir ilk adımı. Devrim tek bir hat
üzerinden değil, farklı düzlem ve ölçeklerdeki çabalarla muhtelif kollardan
beslenmesi gereken bir süreç çünkü. Devrim deltası.
Müstakbel
gediklere gebe o açık alan nasıl işleyecek peki? Mesela donmuş imajları
tavsatacak bakışı nasıl devşireceğiz? Aslında, paradoksal biçimde, gözün donmuş
imajları görmeye dönük çabasının bizatihi bir sıcaklık yaydığını iddia
edeceğim. Ya da küçük fiskeler saçtığını. Katı imajları aşmak için yumuşatma
veya kırma tercihinize göre hangisi daha münasip geliyorsa. Farklı bir şey – doğrusu
bir şeyi başka türlü, aslen olduğu ve aslında olabileceği gibi – görebilme
ihtimalini aklında tutup bu niyet ile yol çıkan bakış, mümkünler denizinde bir
ilk yudum. Kendinin ve dünyanın başka bir tezahürüne imkan verebilecek bir
potansiyel başlangıç başlı başına. Sözünü ettiğim, öteki ile dönüşüme açık
karşılaşma alanları bu bakışa cevaz veren bir zemin oluşturmak anlamına
geliyor. Sırf farklı bakma çabasının bile bir gücü var yani, yabana
atmamalı.
Vaatkar imkanı
gözünden tanır göz. Başta tekinsiz de gelse, onu görmeye çalışan bakışta ısrar
etmeli. Başta sınırları zaman ve/veya mekan ile sınırlı bir alanda bunu yapmaya
çalışmak, cam duvarların dışına çıkma çabasını elle tutulur ve somut bir
çerçeveye oturtması açısından da önemli. Mukayese için tekrar konfor alanı
mefhumuna dönersek, burada bizim için hazırlanıp derin dondurucuya atılmış
imajlar dünyası sınırları içinde daha fazlasını elde etme güdüsü ile “konfor
alanının dışına çıkmak”tan başka bir çıkıştan bahsediyoruz. Hatta bir çıkıştan
ziyade bir konforsuzluk alanına girişten. Çünkü ilki nihayetinde mevcut dünya
içinde “yayılmacı” saiklerle konfor alanını genişletmeyi esas alan bir hamle
bana kalırsa. Bizim bahsettiğimiz başka türlü bir giriş – kısır döngüyü
içeriden kırmayı murad eden – hem biraz ağaca, hem biraz buluta benzeyen.
Konfordaki kısıtı fark ettirip, tekinsizlikteki özgürlük kokusunun peşinden gitmeye
yeltenen.
Böyle bir alan
tespit ve tesis edildi mi, bu alana giriş çıkışlar, kendimizde ve dünyada her
gün baştan yaratmakta olduğumuz tahribatın teşhisini de kolaylaştıracaktır. Bazı
yoksunluklar, bir şeyin eksikliğinden çok neden mahrum olduğundan bile bihaber kalmak/bırakılmak
ile tanımlı çünkü. Gerisi çorap söküğü gibi gelebilir – fakat bu çorabın
başımıza ne kadar sıkı örülmüş olduğunu ve başka uçlarından da tutup çekecek
sökücü yoldaşların varlığının elzem olduğunu unutmadan. Sökülen her ilmik,
dünya ve öteki ile ilişkilenişimizin yeniden inşasına eklenen bir taş demek
aynı zamanda. Kimi ilişkilerinde – bir kişi ile konuşurken, bir yaratıcılık ile
karşılaştığında, veya bir uğraşa kaptırdığında bunu hissedebilir insan. İlla fiziksel
bir dinamizm veya esriklik ile tanımlı olması gerekmeyen bir ortak-coşku (bir
nevi “conviviality”) hali, bir yudum şenlik hissi. Bazen seni çeker de, gidip
yakından bakmaya cesaret edemezsin, belki özgürlük korkusundan. Ama ister
politik ister yaratıcı olsun, hapsolduğun tanımlanmışlığı kıracak bir direniş
potansiyelinin orada olduğunu bilirsin. Vaatkar tekinsizlik. İşte bunu
yakaladığın an, donuk imajda bir çatlakla göz gözesin. Bakışını kaçırma.
Yahu iyi güzel
de, diyebilirsiniz, nasıl açıyorsun bu alanı, nerede buluyorsun o gediği, nasıl
gideceksin peşinden? Bunun şöyle somutlusu gerçeklisi var mı misal? Ludozofik
iltisaklarımdan haberdar olanları şaşırtmayacak bir somut örnek sunayım o
halde: oyun. Kısaca anlatmayı deneyeyim. Hem genel olarak oyunun eldeki mevzuya
ilgisini, hem de yine aynı minvalde dramatik oyuna dayalı uygulamalı bir metot
örneğini. Bizatihi oyunun gücüne ve vereceğim örneğin bahsedilen nispette bir
dönüşüm yaratabileceğine ikna olmayanlar/olmayacaklar için peşinen bir öneri: oyuna
dair anlatacaklarımı ötekine, başka bir dünyaya yönelmenin salt bir başlangıç
noktası, bir modeli, veya hatta bir metaforu olarak da düşünebilirsiniz. Siz
deyin dünya algımızı değiştirmenin, ben diyeyim konforsuzluk alanına adım atıp
özgürlük korkusunun üstüne gitmenin, ya da çizgiyi iyice uzatırsak, sınıf
bilincini artırmanın bir yolu olarak.
Öncelikle oyunun
gerçeklik içinde tanımlı bir zaman-mekanda ve fakat o gerçeklikten ayrı bir
muhayyel zeminde vuku bulan ve oynayanlar bakımından failliği belirginleştiren
karakterinin altını çizmek gerek. Gerçeklikten ayrı ama onunla dirsek temasında
olması ve çoğu zaman ‘gerçek hayat’ta olduğundan farklı ilişkilenme biçimlerini
– diğer oyuncularla, mekanla, zamanla, ve dolayısıyla bizzat oyuncunun kendisi
ile de – teşvik etmesi, failliğin bambaşka biçimlerde yeniden
tanımlanabileceğini, dahası kişinin özgür iradesi ile dahil olduğu ‘farklı’ bir
dünyada nasıl mevcut olabileceğini hatırlatır.
Oyuna dair
anacağım özgül örnek ise Augusto Boal’ın dramatik oyun ile politik failliğin
sınırlarında inşa edip büyüttüğü ezilenlerin tiyatrosu kuramı ve buna
paralel geliştirdiği forum tiyatrosu metodolojisi. Burada Boal’ın
kuramını ve eserini uzun uzadıya tartışmayacağım. Oyuncular ve Oyuncu Olmayanlar için
Oyunlar ile
ilgili paylaşımıma yazdığım kısacık sunuştan bir kısım aktarmakla yetineyim.
Ezilenlerin Tiyatrosu ve önerilen temrinler, oyunların
özgürleştirici gücünü bir kez daha hatırlatıyor. Boal’ın geliştirdiği tiyatral
oyuna katılmak için deneyimli oyuncular olmaya da gerek yok. Aksine bu form,
tam da seyirci-oyuncu, oyun-gerçeklik ayrımlarını ortadan kaldırmayı; kimsenin
seyretmekle kalmadığı, bilfiil dahil olarak oyunu ve gerçekliği dönüştürme
gücünü fark ettiği bir oynama hali yaratmayı amaçlıyor.
Belli bir siyasal ideolojiye angaje olmayan bu politik tiyatroda, oyun
yoluyla önce tahakküm görünür kılınıyor, sonra da onu aşacak alternatifler
‘oynanıyor’. Oyuncuların sözünü eyleyerek söylemesi sayesinde katılımcılar, bilinç,
cesaret ve eyleme gücünü yükselterek sürdürüyor oyunu. Gerçekte, bir Ezilenlerin Tiyatrosu oturumu hiç bitmez, çünkü onda
gerçekleşen her şey hayata yayılmalıdır. Tiyatro asla bitmemelidir! Ezilenlerin
Tiyatrosu tam olarak hayal ve gerçeklik arasındaki sınır üzerine konumlanmıştır
ve bu sınır aşılmalıdır.
Boal’ın
dönüştürücü ve özgürleştirici saiklerle geliştirdiği metodolojisinin bu yazı
ile doğrudan ilintili bir kısmına bilhassa değinmek isterim. Kitapta en geniş
yeri tutan Ezilenlerin Tiyatrosunun Cephaneliği başlıklı bölümde Boal,
“Ezilenlerin Tiyatrosu’nun genel amaçlarına uygun olarak seçilmiş”, oyunzersiz
(oyun+egzersiz) adını verdiği yüzlerce temrin tarif ediyor. Cephaneliği meydana
getiren bu oyunzersizler temelde, oyuncunun “bedenini, kaslarını, sinirlerini,
diğer bedenlerle ilişkisini, yer çekimini, objeleri, alanı, boyutları,
hacimleri, uzaklıkları, ağırlıkları, hızı, bu güçlerin farklı bileşimlerini
daha iyi bilmesine veya tanımasına yardımcı olan fiziksel hareketler ve kas
hareketleri”. Bu temrinlerin amacı "bedenin ve onun mekanizmalarının,
güçten düşmüş ve aşırı güçlenmiş bölümlerinin sağlığa kavuşturma, yeniden
yapılandırma, yeniden uyumlu kılma kapasitesinin daha çok farkına varılmasını
sağlamak.” Bedende yalnızca “güçten düşmüş” değil “aşırı güçlenmiş” bölümlerin
de sağlığa kavuşturulmaya muhtaç olarak görülmesi önemli. [6]
Asli işlev veya
işleyişlerine göre beş gruba ayrılmış oyunzersizler şu başlıklar altında
toplanıyor: Dokunduğunu hissetmek, duyduğunu dinlemek, birkaç duyuyu
aktifleştirmek, baktığımızı görmek, duyuların belleği. Sırf bu başlıklara
bakarak dahi, en azından asgari duyumsal ve bedensel mertebede, otomatize
olmaya yüz tutmuş algılama biçimlerinin nasıl kırılmaya ve yeniden
yapılandırılmaya çalışıldığını tahmin edebilirsiniz. Bu minvalde tüm bu
egzersiz ve oyunların çıkış noktasına dair Boal’ın söyledikleri onun pratiğinin
iddia ettiğim potansiyele nasıl yakınsadığını açıkça ortaya koyar nitelikte.
Bedenin dünyayla savaşında duyular acı çeker. Ve dokunduğumuzu daha az
hissetmeye, duyduğumuzu daha zayıf duymaya, baktığımızı daha az görmeye
başlarız. Uzmanlığımıza göre hisseder, duyar ve görürüz; beden, kendisini,
yapması gereken işe göre uyarlar. Bu ayarlama aynı anda hem güçten düşme hem de
aşırı güçlenmedir. Bedenin tüm olası mesajları alabilmesi ve gönderebilmesi
için yeniden uyumlulaştırılması gerekmektedir.
Dediğim gibi, bu
egzersizleri mevcut tahribatı teşhisin ve ‘zamanın ruhu’ ile zehirlenmiş bakışı
arındırmaya yönelik temrinlerin bir ilk adımı, bir modeli olarak görüp başka
alanlara uyarlamayı düşünmek de bir olasılık. Ama baştan beri görmekten, adım
atmaktan, koklamaktan filan dem vuruyorum ya, Boal’ın metodolojisinde bu
edimler mecazen değil basbayağı fiziksel karşılık buluyor. Ne de olsa modernliği
Kartezyen benden başlayarak tarif eden paradigmaya göre o meşum konfor alanımızın
zihinsel haritasının ‘buradasınız’ noktası bedenimiz. Bu yüzden de başta kendimize
dair imajımızı hem de her daim yeniden kurmaya muktedir bir failliğin inşası
için başlanacak yerlerden biri. İster bireysel bedenimiz olarak düşünelim,
ister dünyadaki kolektif varlığımızın tecessümü olarak.
Benjamin’in
“devrimci içgüdü”sü sessiz bir uykuya dalmış, daldırılmış olabilir. Ne gam. İçgüdülerin uykusu öyle derin olmaz. Çarp bir
avuç soğuk su, bir de bakmışız yollardayız.
1. Bu
yazı, kim bilir ne zaman aldığım
kısa bir notun orasından burasından çekiştirilerek genişletilmiş hali. Yer yer
eprimişliği ondandır.
2. Walter Benjamin’in cümlesi sanıyordum,
değilmiş. Şimdi dönüp baktım. Walter Benjamin: Fascism and Crisis adlı yazıdan, Andy McLaverty-Robinson’ın cümlesi
imiş.
3. “Kişinin en zayıf olduğu yer: evi”. Böyle
diyor Bilge Karasu Gece’de. Gece’nin yazıldığı dönem ve metne hakim olan ruh
hali düşünüldüğünde, Karasu’nun bu cümleyi Gece’de söylemesi ile Benjamin’in,
alışkanlıklara sarılmanın sonu faşizme bağlanacak kriz anlarındaki etkisini
irdelemesi arasındaki paralellik
dikkate değer.
4. Bkz.
Willing Slaves of Capital (Frédéric Lordon). https://www.versobooks.com/products/2358-willing-slaves-of-capital
Kitap Türkçe’de Metis tarafından Kapitalizm, Arzu ve
Kölelik olarak yayımlanmış. https://www.metiskitap.com/catalog/book/5673
5. "Yağmur damlasından dünyayı içmek: ah şu
kayıtsızlığın gücü! Budur taşlara milyonlarca yıl değişmeden dayanabilme
olanağı veren." (Cesare Pavese – Şükrü Erbaş’ın Pervane kitabından)
6. Nasır yani?