kan rengi
martılar ikiye ayrılır
beyaz yaralılar
mavi yaralılar
Kabuğuna çekilmek. Yapmadığım şey değil. Hiç. Gelgör hep yanlış resimliyormuşum kafamda kabuğu, yakınlarda fark ettim. Dolayısıyla benim yaptığım çekiliş o bana denen ile aynı mıymış, tam olarak emin değilim. Haliyle çekilişten bahtıma düşenlerden de...
Yara-dara
Benim için o kabuk hep bağlanmış bir yara kabuğu idi. Bir iyileşme safhasının yüzeyi. Bir yerde İngilizcesini görünce aydım deyimin daha çok deniz kabuklulularına atıfta bulunduğuna: to go into one’s shell. İngilizcede yara kabuğunun karşılığı ise bambaşka: Scab. (Dışarıdan koruyucu bu yüzeyin hissizliği ve dışarıdan soyutlayıcılığı arttığında mıdır bilinmez, aynı kelimenin hor görücü anlamları kendini gösteriyor. Alçak ve grev-kırıcı.)
Yaygın manası ile çekilinen kabuk, çekilen canlıya ait, onun bir parçası. İstiridyenin, söz gelimi. Kelimenin Türkçedeki türetimi ise daha muğlak yorumlara gebe. Kap+ık. Bildiğimiz kap ile akraba. Bu halde ‘kabuk’ içindeki ile bir bütün olmaktan çıkıp ‘dara’ mertebesine itiliyor yani. Kabuğun içindeki şey esas, onun dışarı ile arasındaki daha az duyarlı sert katman bu özün içine konduğu şey mi? Özcü ve kabuğun değerini küçük gören bir yorum.
Kabuk-açık
Kelimenin yapısını tersine çevirdiğimiz takdirde ise ‘açık’a varıyoruz. Kap+ık / aç+ık. Kabukta ‘kapalı’lık var mı? Muhakkak. Ama ‘içine kapalılık’ta hayati nüanslar kendini sezdiriyor. Salt kapalılık doğrudan nesnesel bir hali imliyor. Kapalı bir kapı ya da kapak gibi. Vurgu, harici bir fail tarafından açılıp kapatılan bir kapta. ‘İçine kapanma’da ise hem içi ve dışı arasında ayrım yapabilen, hem de kendini kapatabilen bir varlık işin içine giriyor. İçi içine sığan bir canlı. Capcansız bir kapalı kutu değil bahsettiğimiz. Kapalılığın ardı ve ötesinin tahayyülü de resme dahil. Yara kabuğu ile içine çekinlien kabuğu birbirine bağlayan hayati bir bağı görebiliriz belki burada – ilkinde bir işlemekte olan sürecin (iyileşmenin), ikincisinde geleceği umulan bir hareketin (açılmanın) mahfazası olan kabuğun zamansal çağrışımı.
Kuvve-kuvöz-conatus
İhtimal olarak dahi söz konusu olduğu anda açıklık ve daha önemlisi açılmak, o kapalılığın içinde bir yerde dışarımlı bir eylemlik nüvesi kıpraşıp durmakta. Bir potansiyel var, uyanabilecek bir kuvvet. Kısası, bir can ve canlanma ihtimali; hatta conatus kırıntısı. Ağaç kabuğunu düşünebiliriz, canlılığın devam olasılığını güiçlendiren bir ten. Sert. Yumurtanınki de öyle, geçmekte olan yaranın üstündeki de – dışarı ile alışverişten, belki dokunun canlılığından kısmi bir feragat aslında daha yetkin bir müstakbel açılımın uykusu; üstü kabukla örtülmüş.
Tohumu yahut yemişi tutan kabuk da aynı şekilde. Bu kez menzil ve yayılım da hesaba dahil. Canlılığın farklı koşullara erişimi yoluyla devam şansının yükselmesi, var kalabilme anlamında muhtelif ‘görece iyi’ karşılaşma seçeneklerinin çoğalması.
Örnekleri çoğalatabiliriz. İstiridye, tespih böceği (tespihte hata olmaz), ya da içe kapanık kişi (yoksa doğrusu ‘dışa’ mı olmalı?). Tohumu, çekirdeği tutan kabuk... Hayatta kalma, soyu yayma ihtimalini, canın olası menzilini artırmaya yaramıyor mu hepsi? Ereksel demeyeceğim ama işlevsel, işgüdüsel. Umutlu. Bir yanıyla iyimser. İhtimale, potansiyelin gerçekleşeceğine inanlı. Denemeye değerli. Bu yanıyla bir geciktirmenin, beklemenin evi kabuk; ama kapananın gelecekte olacağanı bildiği, varsaydığı bir oluşa sabretmenin ikametgahı olarak. (Zamana ötelemeli bir direniş mi demeli?)
Evet biraz içgüdüsel, kendiliğinden, ama epey makul, fizikle matematikle açıklanabilir bir doğası da var. Canlı kapandığında, büzüldüğünde ne olur bir düşünelim. Elbette her şeyden önce içteki ‘değerli’ şey korumaya alınır, ister tohum, çekirdek, beyin olsun, ister döllenmiş bir yumurta. Sonra, aktif bir kapanmadan söz ediyorsak, durağanlaşır canlı. Dikkat çekmez, göze batmaz, avcının gözüne ilişmez olur. Hatta taşa toprağa karışabilir, yeryüzünden kolay kolay ayrıştırılamayacak kadar – gözünüzünönünegetiriniz kablumbağa, istiridye. Sonra sonra, içeri çekilip büzüşmek dışarı ile temas yüzeyini, dolayısıyla istenmeyen dış etkilere maruz kalma olasılığını azaltır. Hele ki tortop olursan can hali veya havliyle.
Fazla mı muhafazakar geldi? Bence değil. Tanımı ve doğası gereği geçici bir muhafaza bu. Mahfazadan müstakbel çıkış var içinde. Her fiilin bir zamanlar kuvve olduğunu aklından çıkarma.
Yer-kabuğu
Bir kabuk daha var, yukarıda satır arasında geçen, üstünde yaşadığımız. Altı sıcak, akışkan, kaynayan; üste çıkmak için fırsat kollayan. Varlığını zaman zaman o görünmez dipteki arayış hareketi ile hatırlatan. Kendi kabuğumuza çekilmek yetmediğinde yarılsa da içine girsek dediğimiz o kabuk. Dünyanın kabuğu.
Onun hareketi bizim için sarsıntı, içinin azıcık dışına çıkması çoğun bir patlama. Hıncımız gibi, mesela zulme karşı. Kabuğun altında görünmeden birikmesi onu yok yapmaz. Volkanın gücü, bekleyişinden. Ve beklemek, gerçek ya da hayali bir sonu varsa beklemektir ancak. Neresindeyiz sonun? Uykunun neresinde?
Kabuk-kabahat
Tuhaf, değil mi? Tuhafız. Bazen kafadan çatlak (aha, kırılması hayra alamet bir kabuk daha!) Belki de dünyanın en tuhafı, ozanın dediği gibi. İnkara lüzum yok, kabahatin çoğu biziz canım kardeşim. Yine de gel midyeyi, sönerdağı ve üzüm çekirdeğini hor görmeyelim. Var onların da bir bildiği. Hiç bilmeden de olsa.
Bağlardan söz etmek istiyorum. Bağlanma biçimleri ve buna dair kimi adlandırmalardan. Başkaları ile, fikirler ve idealler ile; dünya ile... Kendimdeki bağların kuvvetini çoğun sorguladığım için muhtemelen. Kimi zaman amacımın üzüm yemek olduğundan şüpheye düşecek raddede. Ve yine muhtemel ki, sorgulamalarımda kelimeleri deşmekten vazgeçemediğimden.
Nicedir üzerine düşünüyorum: Angajman. Hem kavram hem kelime olarak. Kelimeye aşina olanların aklına ilk gelen karşılık ‘bağlanma’ olacaktır sanırım. Angaje olmak: kuvvetle bağlanmak, dahası yoğun bir ilgi duymak; belki ‘kendi’nden kısmen vazgeçmeyi göze alarak. Türkçede ‘adanmak’ yakın bir karşılık. Kökü: Ad vermek, söz vermek. Angaje de öyle, söz vermek. Ama angajenin bilinen en eski anlamında iki şey arasında bağı kuran bir üçüncü nesne söz konusu (adak?). Şöyle ki sözcüğün öncülü olan en gage tabiri, rehin altında demekmiş. Söz tek başına yetmiyor beyim, malı görelim. Görmekle de kalmayalım, usulca şuraya bırak ki vazgeçmeyi göze aldığını bilelim. Bir maddi varlıkla somutlanıyor teminat. Angaje olmak, rehin bırakılan şeyin bir vasfı yani; depozito, kaparo gibi, ama bizden bir şey – söz gerçekleşmezse yanıyor angajman.
Zamanla, tutunumlu bir ilgi, sıkı sıkıya bağlanma anlamı ağır basıyor. Vaziyete aracılık eden üçüncü ve fakat asli unsur, yani rehinin kendisi görünmezleşiyor. Batı kültüründe 20. Yüzyıl ortalarında, özellikle Fransız varoluşçuların aydın ve sanatçının topluma karşı mesuliyeti tarışmaları üzerinden, kişinin kendini adaması anlamında nesnesiz bir angajman tanımı tedavüle giriyor. İngilizce karşılığı olarak kullanılan commitment için de benzer bir ‘geçişlilikten geçişsizliğe geçiş’ten söz ediliyor. Angajman için görünürde gerekli taraf sayısı ikiye inince mekanik terminolojide de zuhur ediyor kelime, iki şeyin birbirine kısmen geçerek sıkı sıkıya bağlı olması olarak. Fakat her halükarda birbirine rabıtalı iki şey bahis konusu. Aralarında da sıkı bir bağ.
Basbayağı iki taraflı, cansız diyeceğim angajmanda söz yok işin içinde, ne duygular ne irade. Katılık, sabitlik ve kapalılık hakim burada ki hiç şaşırtıcı değil. Nesnelerin angajmanı daima birbirine tutunup kalıcı bir geçme içeriyor, maksat birbirine göre konumun ve varsa içerilenin korunması. Açılmamacasına. Zincir ve halkaları, kelepçe, kanca, kilit düzenekleri. Açılma için tam zıttına, bir ayrılmaya gerek var. Birbirinden kurtulmaya, kopmaya – kilidi tutan dilin yuvadan kurtulması (disengage), giysi sathında bir açıklık hasıl olması (degaje), futbolda kalecinin topu elinden çıkarıp oyuna sokması (degaj) gibi. Hal böyle olunca içerisi ile dışarısı buluşabiliyor, ten çıplıyor, ya da oyun yeniden akmaya başlıyor.
Canlılar da salt bedensellikleri itibarıyla cansız angajmanlarda bulunabiliyorlar kuşkusuz. En basitinden otobüsün tutamaklarına tutunmuş bir yolcu. Bağlanmanın belirleyici unsuru apaçık ki Newton’un hareket yasaları, tutunmanın tek gayesi gaza/frene basıldığında düşmemek, ayakta kalabilmek. Ya da annesinin memesine yapışan, kendisine uzatılan parmağı kavrayan bir bebek. Tutunanın salt fiziksel kütleye veyahut hayvani içgüdüye indirgendiği angajmanlar bunlar. Aslında, yaptığımız tasnife bir ara kategori eklemek de mümkün – yarı-canlı angajman (allahım, nerelere gidiyor mevzu ama yapacak bir şey yok, girdik bir kez bu yola :) Çoğun insanda (veya androidlerde) görülen, akıl ve vicdanın belirleyici olmadığı angajmanlar. En basit örnek kemikleşmiş alışkanlıklar, gündelik şartlı refleksler; daha ileri gidildiğinde her nevi bağnazlık.
Fakat başta söylediğimiz gibi angajenin hası, canlı angajman. Bir söze, mevzuya, davaya angaje olmak. Fikri, iradesi, vicdanı (hür değilse bile) mevcut, kıymetli bağlanmaları imliyor bu ilişkilenmeler. Açık veya zımni bir sözün arkasında duran canlı angaje kişisi, görünmez rehinler bıraka bıraka bağ kuruyor, yöneliyor. Yani aslında kelimenin kökenindeki üçüncü ‘feragat’ unsuru hala orada ve dolayısı ile özüne döngün bir angajman söz konusu bu varyantta. Varabiliyor mu bilinmez, ama yola koyuluyor, yol alıyor – halleniyor, sonuna kadar giderse hemhale kadar varabiliyor. Aslında esaslı bir şekilde yöneldiği anda varmış da oluyor. Çünkü angajman yönelimi niteliyor. Tabii bu yolda angajmana ‘can’ veren akıl ve bilinç, tutkular tarafından asimile edilip hükmünü yitirebilir; angajman nasır tutabilir, yanisi cansızlaşabilir – eh o da angajmanın cilvesi, yöne çıkmayı bir türlü göze alamayanların tesellisi.
Bahsettiğimiz gibi, 20. yüzyılda özellikle sanat eserinin angaje/özerk olması, “toplum için sanat” / “sanat için sanat” tartışmaları bağlamında en ‘canlı’sından, kadim fakat yepyeni anlamıyla angajman yeniden gündeme geliyor. İşbu yazının ve yazımın uzamasının bir müsebbibi de bu tartışmalar. Tekrar karşıma çıkınca orada söylenenlere ucundan da olsa bakmadan duramadığımdan.
İki metne bakma fırsatım oldu: Sartre’ın kendi angaje edebiyat savını, karşı kamptan gelen eleştirilere cevaplarla kaleme aldığı, kitap uzunluğundaki denemesi Edebiyat Nedir? (1948) ve Adorno’nun, kısmen Sartre’a cevaben yazdığı Angajman (1962) makalesi. Tartışmanın sınırları elbette bu isimlerin ve metinlerin çok ötesine genişliyor. Ben burada sadece kısaca değinmek, meraklılarına hatırlatmak ve kendimce iki kelam edip geçmek istiyorum. Belki sonra ayrı bir yazının konusu olur.(1)
Sartre kitabında bilhassa düzyazıya atfettiği sorumluluk bağlamında yazının/yazarın angaje olmasının ne mene bir şey olduğunu anlatıyor kendince. Sözün eylem olduğunun bilincinde olmaktan; yazarın ucuz bir teslimiyet halinde değil, kararlı bir irade ve seçim ile yazmasından dem vuruyor. Söylediklerini kuşa çevirme pahasına özetlemek gerekirse, şöyle bir çerçevede formüle ediyor angajman anlayışını: yazarın kendine ve ötekine dair bilinci, buna bağlı tercihleri ile şekillenen yazma eylemi ve yazdıklarının mesuliyetini üstlenmesi. Böylece tezinin, körü körüne bir davaya veya ideolojiye bağlı kalarak yazmak olmadığını Bill’e anlatır gibi anlatıyor ve daha önsözün ilk cümlesinde andığı “Angaje olmak istiyorsan git Komünist Parti’ye katıl!” minvalindeki sığ eleştirilere cevap veriyor. Fakat, varoluşçu felsefenin perspektifinde kalarak yazara atfettiği konum, bireysel tercih/seçim vurgusu, ve yazma eylemini, örtük olarak da olsa, edebiyatın salt zamanın üretim/dolaşım/tüketim döngüleri bağlamında tahayyül ediyor olması nedeniyle eleştiriye açık pek çok nokta da bırakıyor sevgili Jean-Paul. Dahası, yer yer, yazmak/eylemek hususunda kendisinin de tam olarak ikna olmadığı kat yerlerini ütüleme telaşı seziliyor metinde.
Ee, bunu gören Adorno boş durur mu? Basıyor kritiği! Angaje olmak için özel bir çaba göstermeyen, hatta pek çoklarınca anlaşılır bile olmayan sanat eserlerinin, Sartre ve yandaşlarınca apolitik ilan edilmelerine karşın “sapına kadar politik” olduklarını söylüyor. Elbette Adorno’nun o radikal şiarı burada yine devrede: kültür endüstrisini öldürmeyen sanat onu güçlendirir. Buradan doğru, Sartre’ın pozisyonunu aşırı öznelci bulup bu yaklaşımı kültürel statükonun değirmenine su taşımakla itham ediyor ve şöyle diyor: “Sartre’ın angajman kavramındaki temel hata, bizzat kendisinin angaje olduğu davayı vurmaktadır.” Zira Adorno’ya göre yazarın altına girdiği yükümlülük “bir seçim meselesi değil, bir esaslılık meselesidir.”(2)
Adorno’nun ‘seçim’ yerine vurguladığı ‘esaslılık’tan ne anlamalıyız peki? Görünen o ki içeriği, niteliği, özgünlüğü kastediyor. Birkaç satır sonrasında Beckett’in adını anması da bu yorumu destekliyor aslında. Esaslılığın bir veçhesinin ‘dürüstlük’ olduğu da söylenebilir rahatlıkla. En derinden hissedilen ‘dert’lere dair söz-eylemekten ve bunlara uygun biçimleri/biçemleri arama, deneme çabasından şaşmama hali, diyebiliriz. Bir başka deyişle, söz sahibinin harici bir ‘davaya’ bunun ahlaken doğru olduğunu bildiği için, açık ya da örtük bir vazife bilinciyle bağlanması değil; en baştan kendini ve eylemini, ötekini ve kendi tarihselliğini hesaba katan sorgulamalar sonucunda oluşturduğu (ve geçerliliğini en azından ara ara tekrar irdelediği) bir kavrayış perspektifine yerleştirmesi; ve oradan doğru, doğru bildiğinin hakkını vererek ve sorumluluğunu alarak eyleme geçmesi.
Farklı bir yaratım sahasında, ‘şimdinin sorumluluğunu alan’ performatif sanata dair Şahika Tekand’ın bir söyleşisinde söyledikleri aklıma geliyor. Tam da performansın ‘esaslılığı’na dair bir söz duyuyorum ben burada:
“...Ben samimi[yet] ve içtenlik değil, dürüstlük peşindeyim. Oyunu dürüstçe oynayıp oynamamakla ilgileniyorum. Dürüst olan bir şeyin samimi olmamasına imkân yoktur. Samimice yalan söyleyebilirsiniz ama dürüstçe söyleyemezsiniz. Samimice ilkesizlik yapabilirsiniz ve onu rasyonalize etmenin yolunu bulursunuz. (...) Oyunun nesnel gerçekliğinin hangi ilkelere göre şekillendiğinin hesabını vermemiz gerekmektedir. Ontoloji sorusu da burada devreye giriyor. Kendini ötekiyle birlikte ve onun üzerinden açıklamaktan vazgeçtiğin zaman, dürüstlük için gerekli nesnel koşulu da bence biraz kaybediyoruz.”
Bir bağlantı ilmiği: Sahte performans doğru icra edilmez.
Angaje olmaya dönelim yine, İngilizce karşılığı olan ‘commit’ten girerek bu kez. Bilinen çıkış noktası Latince committere – emanet etmek; birleştirmek, bir araya getirmek imiş. Türkçe ‘nişan’ı düşünelim beraberinde. Hani ‘nişanlı’da (engaged) da karşımıza çıkan. Bir işaretin, imin etrafında kurulmuş bir gerçeklik, sembolik bir düzen; ya da işaretli, adı konmuş bir söz.(3) Bir de ‘commit’in ‘(suç) işlemek’ anlamı var. Bu son kullanımda neyi neye emanet ediyoruz? Peki birleşen, bir araya gelen ne? Bir yorum şu: Fail kendini eyleminin neticesine bırakıyor; fikri ile zikri bir oluyor, buluşuyor... Olur mu olur. Failin sonuçları kucaklayarak düşünceyi eyleme dökmesi, dahası düşüncenin eyleme kavuşarak can bulması, ikisinin bir olması...
Toparlarsak, toparlayabilirsek, şöyle bir yere varıyorum: rehin-altında olma anlamında an-gaje durumunda ortaya konan nesne (rehin), bir eyleme biçimi olarak kelam etmede bizzat sözün kendisi oluyor. Üzerine söz verilen bizatihi sözün kendisi yani. Yeter ki söz sahibi ne dediğini ‘bilsin’, sözünün arkasında, hatta içinde (yok yok, söz onun içinde), bizzat kendi olarak durabilsin. O halde angaje bir bağ, tam da angaje olan söz müdür yoksa söyleyen kişi midir sorusu boşa düştüğünde vuku buluyor.
Fakat zurnanın zırt dediği bir yeri de gözden kaçırmamak gerekiyor. Bağlardan, bağlanmalardan her bahsedişimizde dil bizi ister istemez bir varsayımın üstünde dans ettiriyor: birbirinden ayrı olan ve aralarında bağ kurulacak iki şeyin mevcudiyeti. Bireyin başkaları ve politik olan ile ilişkisi bağlamında özellikle, bunu da düşünmeli. Esaslı bir angajmanın olmazsa olmazlarından biri de bu çünkü. Hangisi hangisini nasıl kurar, nereye kadar; birinden diğerine hangi dolayımlarla kıvrılır, büklümlenir yollar?
Dilgilendirme:
Sorunlu 'neredesin' sorusunun zorunlu muhatabı ey okuyucu,
Yazmaya karar verdim tekrar. Tekrar zarfı hem berikine ait hem ötekine.
Hemhem suyuna elim değmişken demeden geçmeyeyim, hem öyle şeyler yazacağım hem böyle. Niyetim öyle böyle değil :)
Çözümünü hemen yazmakta buldum, başlamanın; ki bir söz vermiş gibi olayım, bağlayıcı.
Sözüm söz olmayabilir.
Ama söz.