25 Eyl 2015

Hey Gidinin Kümesi

Yazmak bir süredir yine çok uzak ve belki fazla yakın. Suruç'tan bu yana sembolik düzlemimde bir sarsıntı daha ve artçıları. Geçen daha uzun arada B'li müzikal ve sportif amatörlüklerle meşguliyet, bir de Ludozofi...

Derken ludozofik malzemeler içerisinde görüp -ilk nerden nasıl karşıma çıktı hatırlamıyorum bile- çevirmeye karar verdiğim bir Kostas Axelos metni. Kısacık, hafif kriptik, oyuncul. Bugün bu çeviriyi siz kıymetli Tabldog okuyucularıyla da paylaşmak için burdayım.

Tanımayanlar için, buna ben de dahilim, özellikle Heidegger ve pre-sokratik felsefe olmak üzere kıta felsefesi sularında yüzen, ama bunu ciddi bir Marksist sol perspektifle harmanlayan ve tüm bu geçişkenliklerde oyun ve oynamak üzerine kafa yormuş bir Yunan-Fransız güzel abi Axelos. Görebildiğim kadarıyla Türkçe'de yayınlanmış tek kitabı Turhan Ilgaz çevirisiyle Kırmızı Yayınları'ndan çıkan Genç Bir Düşünüre Mektuplar

İşbu takdime konu olan metinden ve çeviri sürecinden de kısaca bahsedeyim. Aşağıda Türkçesini okuyacağınız metin Axelos'un asıl olarak 1967-70 yıllarında Avrupa'nın çeşitli üniversitelerinde konferanslarda sunduğu ve 1970'te Fransızca olarak kaleme aldığı Le Jeu de l'Ensemble des Ensembles imiş. Benim karşıma çıkan ve okuyup yola koyulmama vesile olan İngilizce çevirisi, SubStance dergisinde yayınlanan Play as the System of Systems oldu. Bu çeviri üzerinden Türkçeleştirirken İngilizcesindeki kimi noktalar yeterince anlaşılır ve tutarlı gelemediği için içime ve aklıma sinmeyen bir Türkçe metin çıkacak gibi hissetmeye başlamıştım ki, hikayenin sonu böyle bitseydi sonucu ne Ludozofi'de ne de burada paylaşacaktım muhtemelen. Amma velakin bu ilk metinle oynaşma sırasında ayakbağı olan noktaları eşelerken Beverly Livingston imzalı ikinci bir İngilizce çeviri çıktı karşıma: The Set's Game-Play of Sets. İlkine göre daha özenli ve eli yüzü düzgün görünen bu çevirinin gerçekten göründüğü gibi olup olmadığını anlamanın yolu ise orijinal metne dönmekti elbette. Dolayısıyla Türkçe metni son haline getirirken, çelişik oldukları yerlerde orijinal metne bakmak suretiyle, mukayeseli olarak iki farklı İngilizce çeviriden faydalandım. Bu haliyle daha manalı bir Türkçe metne ulaştığım hissine ulaşmam neticesindedir ki Kümeler Kümesinin Oyununu koltuğumun altına sıkıştırdığım gibi soluğu burda aldım.

Merak edenler için İngilizce metinlere şurdan, Fransızca metne de şurdan ulaşabilirsiniz. İyi okumalar.


* * * 


KÜMELER KÜMESİNİN OYUNU

Hiç lafı gevelemeden iki alıntıyla başlayalım: İlki Marxtan. Marx Kapital’de, kapitalist sistemin, işçinin kendi işinden kendi fiziksel ve zihinsel güçlerinin bir oyunu olarak” keyif almasına mani olduğunu yazar. Diğer alıntı Heidegger’den. “Metafiziğin onto-teolojik doğası”nda [Özdeşlik ve Ayrım] şöyle der: “Varlık’ın özü bizatihi Oyun’dur.” Bu iki alıntı hiç de birbirinden kopuk, ayrıksı ya da alakasız değildir. Yine Kapital’de Marx “oyun” sözcüğünü oynak bir şekilde kullanarak şöyle der: aynı zamanda yeknesak çalışma sinir sistemine okkalı bir saldırıdır, kasların muhtelif oyunlarını tahakküm altına alarak, gerek fiziksel gerek zihinsel tüm serbest faaliyeti zapteder.” Buna mukabil Aklın İlkesi’nde [The Principle of Reason] Heidegger şöyle sorar: Varlık hakkında düşünürken... oyunun özünden mi başlamalıyız? Marx yabancılaşma ve sömürünün, işçinin kendi faaliyetlerini oyun olarak ortaya koymasını engellediğini düşünür. Kapitalizmin arzulanan ilgası, insanların muhtelif faaliyetlerinin kendini oyun içinde ve oyun olarak ifadesine izin verirdi. Böylece çalışma (zorunlu) ile oyun (serbest) arasındaki ayrım ortadan kalkmış olurdu. Marx bu fikir üzerinde etraflıca durmamıştır. Heidegger’e göre oyun, oyun zemini üzerinden kavranabilecek olan Varlık’ın özünü teşkil eder fakat bunun tam tersi doğru değildir. Bu düşünce de saman alevi gibi geçmiştir. Heidegger bunun üzerine gitmemiş, çıkacak sonuçların peşine düşmemiştir. Hatta, görünen o ki, bu fikri terk etmiştir. Marx, ontolojik ufukta, ontiko-(ontolojik) düşünmektedir. İnsan çalışmasını üretim ve dünyanın oto-üretimini mümkün kılan techné olarak düşünür. Oyun haline gelebilecek olan, işte bu pratik dünya-yapıcı çalışmadır. Ontike takan Heidegger ontolojiko-(ontik) olarak düşünmektedir. Varlık’ın insan tarafından unutulmuş olan anlamı hakkında düşünür. Varlık ve insanın varlığı birbiriyle ilintili olduğuna göre, Varlık’ın anlamı Oyunda saklı olabilir.

Marx ve Heidegger; ikisinin arasında yer alan, oyunun Heraklitos etkisindeki modern düşünürü Nietzsche ile birlikte, felsefe ve metafiziğin ötesine geçmeyi denerler. Dünyayı ya da Varlık’ı aşkın bir ideal ilkeye, Doğru, İyi ve Güzelin kaynağına bağımlı kılmaması bakımından bu düşünce metafelsefi olarak adlandırılabilir.

Peki bu öteye geçen felsefe ve düşünce, yani Oyun, nerede ve nasıl karşımıza çıkar?  Oyunun yerini ve durumunu bulmaya çalışarak başlayalım.

İnsanın oyununu dünyanın oyununa bağlayan temel güçlerin oluşturduğu büyük kümede karşımıza çıkar oyun. Bu oyun; dil ve düşünceyle, çalışma ve mücadeleyle, aşk ve ölümle, bu küme dahilindeki  insan oyunu olarak, dünyadaki oyunlar kümesi olarak açığa çıkar. Temel güçler büyük güçlere nüfuz ederken, büyük güçler kümesi de temel güçlerin oyununa yön vererek bu oyunu dünyanın dolayımlanmış oyununa uydurur. Sözkonusu büyük güçler: büyü, mitos, din, şiir, sanat, siyaset, felsefe, bilim ve technédir. Temel güçler kümesi ile büyük güçler kümesi arasındaki oyun, logos ile praxis arasındaki oyuna dayanır.

Eflatun’dan bu yana insanın oyununu dünyanın oyununa bağlayan oyun hep metafiziken düşünülmüştür. Oyun-olmayan üzerinden, oyuna ve oyun-olmayana hükmeden kavramlarla düşünülmüştür. Bu idealist felsefe Hegelden bu yana en üst noktasını ve sonunu yaşıyor. Öyleyse felsefi düşünceye ne olmakta? Felsefe bilimlerin temeliydi. Şimdi ise Felsefenin kümesi bizzat bilimler kümesinde zuhur ediyor. Bilimler kümesinin iki altkümesi vardır (hernekadar bu ayrım yeterince sorunsallaştırılmıyorsa da):

a) doğal bilimler,
b) sosyal bilimler.

Bunların ikincisinde şu unsurlar kümesi baskındır: mantık, lojistik, dilbilim, psikolojik antropoloji ve sosyoloji.

Peki felsefenin akıbeti?
  1. Felsefe, tarih felsefesine iltica etmektedir.
  2. Yerini bilimlere bırakmaktadır.
  3. Ön-felsefe olmaktan çıkıp meta-felsefeye; küresel ve parçalı, açık, dünya-çapında ve gezegensel olan çok-boyutlu ve sorgulayıcı düşünceye doğru yol almaktadır.

Bu süreçte, muhasebe meraklıları için haneye bir kazanç bir de kayıp yazmalı. Kayıp şudur ki, bilimler düşünmekten ziyade üretir. Tekno-bilimsel olarak işler ve dönüştürürler. Kazanç olarak ise önyargılı düşünmenin ötesine geçme ihtimali bulunmaktadır.

Tüm felsefi düşünceler, Dünyanın Varlık’ına çok-boyutlu ve açık bir dünyanın parçalı ve parçalanmış bütününde varlığın oluşuna [becoming] kafa patlatmıştır. Bu üç biçimde fakat daima dünyada bir gerçeklik olarak tasavvur edilmiştir: 1) Logos-physis olarak (Yunan düşüncesinde), 2) Logos-Tanrı olarak (Yahudi-Hıristiyan düşüncesinde), ve 3) Logos-insan olarak (modern Avrupa düşüncesinde).
şünen insanlığın büyük düşünceleri bu üç mefhumdan ibarettir. Hem eşzamanlı [synchronic] hem artzamanlı [diachronic] olarak var olmuşlardır, ancak bunlardan ikincisi düşünce tarihinde daha yaygın ve belki de daha önemlidir.

Tanrı tecelli ettiğinde physis ölür. Tanrı, insana –Tanrı’nın oğluna ve insanın çarmıhta can veren oğluna dönüşerek ölmeye başlar ve kendini Özne olarak her şeyin merkezine yerleştiren insanın onu öldürmesiyle son nefesini verir. Ne var ki, bizzat insan da kendi aşkınlığına doğru dört nala koşmaktadır. Felsefenin sonuyla birlikte hümanizm de güdüklüğünün kusurluluğu içinde telef olur. Nesnel, düşünen, etkin bir özne olarak insan daha şimdiden, çok uzun sürecek olan vefat sürecine girmiştir. Sosyal bilimler insanı kurmaz. Aksine, günümüz sosyal bilimlerinin önde gelen isimlerinden Lévi-Strauss, söylediği şeyin önemini tam olarak kavramadan şöyle demiştir: sosyal bilimlerin son görevi insanı kurmak değil, onu çözmektir. İyi ama çözülüp neye dönüşecek?

“Dünyanın oyunu” daha önce nasıl ifade edilmişti? Heraklitos ve Eflatun, Meseller’inde Hz. Süleyman, Schiller ve Novalis, Marx, Nietzsche ve Heidegger, Fink, bunu neredeyse açıkça, neredeyse eksiksiz biçimde dile getirmişlerdir.1

“Oyun” kelimesinin “dünyanın oyunu” manasındaki anlamı yavaş yavaş daha belirgin hale geliyordur sanırım. Buradaki oyunun manası artık insan oyunu yahut dünya içindeki oyun değil; “bizatihi” dünyanın oyunu, oyun olarak dünya, oyunun tezahürü ve burada insan(ın oyunu) ile dünya(nın oyunu)nun – birleşmek üzere buluşmasıdır. İnsan oyuncunun feriştahıdır [par excellence]. Fakat durmadan alt edilir. Dünya verili ya da kabul edilmiş kurallara halen uysa da – artık uymamaktadır. Bu kuralları kombinasyonlarıyla birlikte yutar. Zira, kümeler kümesi gibi kurala-tabi olan tüm bu kümeler, her şeyin ötesinde, bize dünyadaki anlamların yorumlarını ve imkanlarını sunarlar. İnsanın oyunuyla ve dünya tarihi oyunuyla oynayan dünyanın-oyunu, onunla oynayan biz oyunculardan daha güçlüdür.

Temel güçler ve büyük güçler, hepten ve kısmen, özgül oyun kümelerine bağlıdır. Dilbilim dili birleşimsel [combinatory] bir sistem, göstergeler ve kurallar arasındaki bir oyun olarak görür. Lojistik olarak mantık, şünceye kendine has kuralları olan sibernetik bir oyun muamelesi yapar. Marx’ın “iktisat” ve “siyaset” anlayışına göre çalışma oyun haline gelmelidir ve iktidarı ele geçirme mücadelesinde oyunun muhtelif biçimleri harekete geçirilir. Gezegensel çağda çeşitli aşk oyunları aşkın formunu ve tözünü arar: neredeyse dolaysız cinsellikten başlayıp erotikten geçerek ailenin problematik doğasına varıncaya dek. Son olarak ölüm ile oynarız. Bizi zapteden ölümcül oyunlar. Tüm bunlar olurken daha nice oyunlar oynarız. Oyunun kendisi ne ciddidir ne oyuncul, ne zorunludur ne gereksiz. Mitoloji, çağdaş mitoloji, bilgisayarları kullanarak tüm mitleri kodlayıp onlarla oynar. Din, kısmen mitten arındırılmış da olsa, mitolojik oyunu oynamakta ısrar eder ve kutsal sistem içerisinde insanın oyununu ilahi oyuna bağlar. Şiir ve sanat her geçen gün daha açıktan oyun haline geliyor.2 Dünya siyasetinin iyi kötü ampirik oyunu halen ve aktörlerine rağmen oynanmaya devam eder. Bu oyun giderek daha fazla teknoloji oyunlarınca belirlenip bilim tarafından şekillendirilir. (Örneğin matematik ve siyaset bilimi, olasılık teorisi ve ilgili stratejilerini Oyun Teorisinin başlıca unsurları olarak görür.) Düşüncenin kendisi, merhum felsefeyi ve onun yerini alan teknikleşmiş bilimleri sorgulamak suretiyle oyunu, yani dünyanın oyununu, insanı dünyaya bağlayan oyunu, kümeler kümesinin oyununu tasavvur etmeye çalışır.3

“Dünyanın oyunu” çağının önünde bir kavramdır, fakat bunula beraber doğru yönde atılmış bir adımdır: oyunu maskeleyen ve reddedenler dahil tüm düşünce ve deneyimlerin oyununun zaman-mekanını oluşturur. Sloganlar ve dünya görüşleri çağında, yeni bir dünya görüşünün şiarı değildir. Dünya oyununun gezegensel düşüncesi – ki tatbik edilmeye başlamış olmakla birlikte daha yolun başındadır – bizim asli görevimizdir. Farklı oyun plan ve şemalarına gönül vermiş olsak bile, onları deneyimlemeye ve düşünmeye çalışalım. Oyundaki tüm ortaklar ve rakipler problematik hale gelse de biz bu meseleden – sorguladığımız ve bizi sorgulamakta olan şeyden – nesnel ve mutlak bir şey yapmayı reddedelim.

Peki günümüzde ne düşünebilir, ne yapabiliriz?

1.         Mitten arındırılmış ilahiyat üreterek, kendini tanrının ölümü ilahiyatına adayarak veya dünyevi bir dinin kuramlarına ve ayinlerine kendini feda ederek, çoktan tarihe gömülmüş olan mutlak logos-Tanrı yeniden canlandırılabilir.

2.         Teknobilimsel bir taarruz ile diğer iki antik mutlağa tabiata ve tarihsel insana – saldırırken, ileri teknik bilimsel araştırmalara kalkışılabilir.

3.         Yönetimi ve iktidarı tahkim veya alaşağı etmek amacıyla pragmatik veya mesihvari politikalar peşinden koşulabilir.

4.         Varlık arayışı/tahkikatı, onun nisyanı ve gizlenişini düşünen bir düşünce ile devam ettirilebilir ki söz konusu gizleniş daha sonra kendisini de gizleyerek bizi muallakta bırakacaktır. Bu Parmenides, Eflatun, Kant ve Heidegger’in tuttuğu yoldur.

5.         Dünyanın oyunu üzerine –varoluşun tüm zorlukları göze alınarak düşünmeye başlanabilir; dilbilgisi ve sözdizimi aracılığıyla, onun çağrısına kulak vererek, zıtların birleşimini kabul eden, oyunbaz, kıvrak ve tutarlı ve fakat temelsiz bir düşünceyle. Bu Heraklitos, Hegel-Marx ve Nietzsche’nin tuttuğu yoldur.4

6.         Yazmanın alelade oyunları ve temrinleri arasıra yenilikler yaparak sürdürülebilir ki, bu da kuramsal, şiirsel, edebi ve kutsal kitabi kisveler altında,  ehemmiyetsiz [de la désignifiance] olanın muhtelif müsveddelerinin sürgit devamını sağlar.

Yukarıdaki altı imkan da bize açıktır. Öte yandan felsefe = metafizik, çoktan sonu gelmiş ve miadı dolmuş olsa da çeşitli yollardan bekasını sürdürecektir.

Dünyanın oyunu hakkında düşünmeye yeltenenlerin karşısına şöyle bir bir soru çıkar: insanın oyunu ve dünyadaki oyunlardan dünyanın oyununa ve ikincisinden baştakilere nasıl geçeriz? Muhtemel cevap şudur: geçişken varlık, geçici varlık insan sayesinde. İnsan ile dünya arasındaki soru-cevap oyunu insanların “canevinde” vuku bulur. Çünkü bu iki küme, bir kümeler kümesi oluşturma eğilimindedir.

Enerji-maddeler kümesi, yaşayan maddeler kümesi, nörofiziksel ve sosyo-tarihsel enerjiler kümesi, gerek kendi içlerinde gerekse aralarında, çatışkı, tezat ve çelişkiden azade değildir. Her sistem, her oyun yapısı, bir çekim gücüne ve bir itim gücüne sahiptir. Homojenliğe (birleşmeye) yönelen sürece ona karşı koymak ve onu tamamlamak , hatta onu imha etmek suretiyle – heterojenliğe (ayrışmaya) meyleden süreç eşlik eder. Bu iki bileşik ve almaşık süreç, hem her sistemin kendi içinde hem de sistemlerin sistemi dahilinde birbirine muhalefet eder. Neden? Çünkü hiçbir zaman mükellef ve eksiksiz bir tahakkuk/gerçekleşim [actualisation] yoktur. Tam da içkin çelişki ve çatışkılardan dolayı. Şeyler dünyada oynaşmaktadır. Kesinlikle. Hem potansiyel olarak hem de gerçekleşimler düzeyinde. İşte bu, oyunun ne “olduğudur.

Peki oyunun ve oyunların okurları ve failleri olarak bize düşen nedir? Bizim görevimiz, dünyanın oyununda diğer tüm oyunları ama en başta da dünyanın oyununu okumayı öğrenmeye dayanır. (Sadece okumayı değil; gerektiğinde kuralları alt üst ederek oynamayı da). Her soruna dair çoklu perspektiflerle (özne-nesne ikiliğinin ötesine geçen) deneyler yaparak. Mesele –söylenemez, adlandırılamaz, oynanamaz olan – dünyanın oyununa; onu indirgemeci, tektaraflı, emperyalist yöntemleriyle tükettiğini iddia eden küçük sistemlere tıkıştırmadan, sükunet ve hüzünle temas etmektir. Bizden dil ve düşünce oyunları, çalışma ve mücadele oyunları, aşk ve ölüm oyunları talep eden oyuna hazır olmalı. (Hayat yaşamaya değer ya da değmez değildir, zira mesele – yaşamak için bir sebep olsun ya da olmasın – onu yaşamak değil, onu oynamaktır). İçimizden geliyorsa yükseklerine ulaşmaya çalışarak. Kuşkusuz artık elit oyuncular veya bir oyuncular eliti yoktur. Yine de kuralları, daha doğrusu oyunun tarzını üretkenlikle büyütüp yoğunlaştıran, muhtaç olduğumuz kişiler vardır. Zira hepimiz her daim bu oyunun acemisiyizdir. Çünkü oyun mütemadiyen bizden kaçar. Fakat bize ilham veren de odur. Şüphesiz, apaçık ve korkusuzca şunu kabul etmeyi de öğrenmeliyiz ki, her şey alt edilmiştir [dejouer]. Tüm oyunlar çoktan oynanmıştır. Dolayısıyla size kalan da aynı şekilde, bu derste sözü edilen o duyulmamış, bu yazıda bahsedilen o çözülmemiş oyunun, kümeler kümesinin oyununun üzerine oynamaktır [dejouer].



NOTLAR

  1. Karş. Arguments d’une recherche (Paris: Minuit, 1969) içinde “Brève introduction au jeu de monde”, ve doğal olarak, yani oyunsal olmayarak Le jeu du monde (Paris: Minuit, 1969).
  2. Pek çok roman ve tiyatro-oyunu oyunu dile taşımıştır. Tabii burada tamamını saymamız mümkün değil. Kumarbaz’da genel olarak insanın sorunsallarından söz eden Dostoyevski’yi düşünün. Herman Hesse Boncuk Oyunu’nda, bizzat kendi kültürünü oluşturmayan fakat birleştirici ilişkisel bir oyunda geçmiş kültürün tüm biçimlerini bir araya getiren küçük, elitist bir devletin hikayesini anlatır. Bir bilim-kurgu romanı olan Null-A Dünyası’nda Van Vogt, yeryüzündeki hükümet politikalarına karar veren bir bir oyun makinasını tasvir eder. Pirandello ve onun roller oyununu takip eden Beckett, insan komedisinin oyununu, Krapp’ın Son Bandı’nın biteviye saçıldığı Oyun Sonu’nun oyununu, anlamlı ve absürd olanın, trajedi ve komedinin ötesinde, oyunun nihilistçe tekrarıyla sahneye taşır.
  3. Karş. Vers la pensée planétaire (Paris: Minuit, 1964) içinde “Introduction â la pensée planétaire”.
  4. Elbette 4. ve 5. seçenekler birbiriyle ilintilidir. 


28 Mar 2015

Garipserim

Oyun (yani kurallı (öngörülmüş kısıtlayıcılara tabi) ya da serbest (rastgele, içten geldiği gibi) eyleyiş (varkalmaya devam edişin her türlüsü (çocukken türlüyü hiç sevmezdim (sevmemenin azı çoğu olur mu), bileşenlerini bağımsız yemekler olarak çok sevmeme (demek ki patlıcan ve patates türlü potasında erirken kimyasal bir değişime (tikel özelliklerinden farklı bir bütün ortaya çıkardıklarına göre) uğruyorlar) rağmen (bunu fark ettiğimde bayağı garipsemiştim (hala da garipserim (garipserim: bir kavram ya da mevzuyu alışılmışın dışında bir üslupla tanıtan yazı parçası) ya, artık türlüyü daha çok (‘daha çok’ cümlenin anlam tutarlılığını bozuyor aslında, iyisi mi o yokmuş gibi okuyun) seviyorum))))).

30 Oca 2015

Montogram 2: Kan Tahlili*

“Bak,” dedim “şunu kelimesi kelimesine anlamak gerekiyor: çocuklar siyasi tutuklulardır.”

Kaygıyla baktı bana, biliyordum, hastalığımın geri teptiğini düşünüyordu. Ama umudu yaralamamak için bir şey söylemeye cesaret edemedi, çünkü en çok sevdikleri av söz konusu olunca, kelimeler acımasız birer avcı kesilirler. Zaten hiç kimse kendi benliğiyle, belleğiyle ve hastalıklarıyla yazamaz. Yazma ediminde, yaşamı kişisel olmaktan öteye geçirme, yaşamı onu hapseden şeyden kurtarma girişimi vardır. Asıl mesele her zaman kekeme olmaktır. Konuşurken kekeme olmak değil, bizzat dilin kekemesi olmak. Dil bir enformasyon aracı değil, bir buyruklar sistemidir zira. O halde, emirler vermeden konuşmayı nasıl başarabiliriz ve seslere iktidara karşı savaşma değerini nasıl iade edebiliriz?

Keşke şu kör olası insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi. Diğer çınarlar gibi ellerim dal, ayaklarım kök olaydı keşke. Ama olmadı. Yürüyorum, koşuyorum insan gibi. Kızıyorum da üstelik. Ama işte ben öfkemle uğraşırken ay da gitti battı. Batasıca dünya. Keşke insan gibi duymayaydım.

“Adem’e bir kan tahlili yapmalılardı.”

O gece yeni sanrılar gördüm. Dayanılır gibi değildi. Klinikteki arkadaşlarımdan biri çok şanslı: sanrı olarak hep yılanlar, fareler, kurtçuklar, sevimli şeyler görür. Ben gerçekliği görüyorum.

İşte bu yüzden ağaç senin gözünü kamaştırıyor, seni şaşırtıyor ya da dinlendiriyor; ağaç kabuğunun ve dalların, yaprakların bu kuşku götürmez, kuşkulanılmaz gerçekliği yüzünden. Oysa bir ağaçla hiçbir zaman diyaloğa giremezsin.

Saçma!

Saçmalık asla dilsiz ya da kör değildir. Öyle ki, sorun artık insanların kendilerini ifade etmesini sağlamak değil, onlara, sonrasında nihayet söyleyecek bir şeylerinin olacağı yalnızlık ve sessizlik boşlukları sağlamaktır. Herkesin konuştuğu bir toplantıda kendisinden de birkaç söz istenince, herkesin şarkı söylediği bir toplulukta kendisinden de bir şarkı istenince, konuşmak, şarkı söylemek, korkunç bir küçültücülük taşıyordu içinde.

Gürültüden önümü göremiyordum. Kalktım, ortalık biraz aydınlansın ve biraz daha az gerçek olsun diye bir umut ışığı yaktım. Bir kibrit yaktım demek istiyorum. Kibrit yanmak istiyordu demek istiyorum.

Oysa ağaç senden bir şey istemez. Köpeklerin Tanrısı, kedilerin Tanrısı, yoksulların Tanrısı olabilirsin, elinde bir tasma, biraz ciğer, biraz servet olması bunun için yeterlidir, ama asla bir ağacın efendisi olmayacaksın. Kendin de bir ağaç olmayı istemekten başka bir şey yapamayacaksın. Umut işte…

- Çok yaşlı olmama rağmen, dedi, kodesten başka bir şey tanımıyorum. Dolayısıyla benim umudum kodesten başka bir şey olamaz. Sefaletlerimizin özüyle, bunlardan kurtulma umudunu nasıl ayırabiliriz birbirinden?

Demem o ki, dileyebileceğimiz tek iletişim, modern dünyaya tam olarak uyarlanmış haliyle, Adorno modeli, denizdeki şişe; ya da Nietzsche modeli, bir düşünürün fırlatıp bir diğerinin topladığı oktur. Çünkü Nini tam olarak hiçbir zaman terk etmez beni. Hâlâ beni hiççi bir eser yaratma konusunda esinlendireceğine inanır; hiççiliğin matrak yanı, umutla beslenmesidir.

Ama yine de… yine de “Adem’e bir kan tahlili yapmalılardı.”








* Metimontenin hazırlanmasında kısmi tahrifatla kullanılan malzemeler:
  • Müzakereler, G.Deleuze (Çev: İnci Uysal)
  • Yalan-Roman, E.Ajar (Çev: Roza Hakmen)
  • Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, B.Karasu
  • İzmir Postası’nın Adamları, A.Büke
  • Yüceler Yücesi, M.Blanchot (Çev: İsmail Yerguz)
  • Uyuyan Adam, G.Perec (Çev: Sosi Dolanoğlu)