“Bak,” dedim
“şunu kelimesi kelimesine anlamak gerekiyor: çocuklar siyasi tutuklulardır.”
Kaygıyla baktı
bana, biliyordum, hastalığımın geri teptiğini düşünüyordu. Ama umudu
yaralamamak için bir şey söylemeye cesaret edemedi, çünkü en çok sevdikleri av söz
konusu olunca, kelimeler acımasız birer avcı kesilirler. Zaten hiç kimse kendi
benliğiyle, belleğiyle ve hastalıklarıyla yazamaz. Yazma ediminde, yaşamı
kişisel olmaktan öteye geçirme, yaşamı onu hapseden şeyden kurtarma girişimi
vardır. Asıl mesele her zaman kekeme olmaktır. Konuşurken kekeme olmak değil,
bizzat dilin kekemesi olmak. Dil bir enformasyon aracı değil, bir buyruklar
sistemidir zira. O halde, emirler vermeden konuşmayı nasıl başarabiliriz ve seslere iktidara karşı savaşma
değerini nasıl iade edebiliriz?
Keşke şu kör olası
insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde
getirmeseydi. Diğer çınarlar gibi ellerim dal, ayaklarım kök olaydı keşke. Ama
olmadı. Yürüyorum, koşuyorum insan gibi. Kızıyorum da üstelik. Ama işte ben
öfkemle uğraşırken ay da gitti battı. Batasıca dünya. Keşke insan gibi
duymayaydım.
“Adem’e bir kan
tahlili yapmalılardı.”
O gece yeni
sanrılar gördüm. Dayanılır gibi değildi. Klinikteki arkadaşlarımdan biri çok
şanslı: sanrı olarak hep yılanlar, fareler, kurtçuklar, sevimli şeyler görür.
Ben gerçekliği görüyorum.
İşte bu yüzden
ağaç senin gözünü kamaştırıyor, seni şaşırtıyor ya da dinlendiriyor; ağaç
kabuğunun ve dalların, yaprakların bu kuşku götürmez, kuşkulanılmaz gerçekliği
yüzünden. Oysa bir ağaçla hiçbir zaman diyaloğa giremezsin.
Saçma!
Saçmalık asla
dilsiz ya da kör değildir. Öyle ki, sorun artık insanların kendilerini ifade
etmesini sağlamak değil, onlara, sonrasında nihayet söyleyecek bir şeylerinin
olacağı yalnızlık ve sessizlik boşlukları sağlamaktır. Herkesin konuştuğu bir
toplantıda kendisinden de birkaç söz istenince, herkesin şarkı söylediği bir
toplulukta kendisinden de bir şarkı istenince, konuşmak, şarkı söylemek,
korkunç bir küçültücülük taşıyordu içinde.
Gürültüden önümü
göremiyordum. Kalktım, ortalık biraz aydınlansın ve biraz daha az gerçek olsun
diye bir umut ışığı yaktım. Bir kibrit yaktım demek istiyorum. Kibrit yanmak
istiyordu demek istiyorum.
Oysa ağaç senden
bir şey istemez. Köpeklerin Tanrısı, kedilerin Tanrısı, yoksulların Tanrısı
olabilirsin, elinde bir tasma, biraz ciğer, biraz servet olması bunun için
yeterlidir, ama asla bir ağacın efendisi olmayacaksın. Kendin de bir ağaç
olmayı istemekten başka bir şey yapamayacaksın. Umut işte…
- Çok yaşlı
olmama rağmen, dedi, kodesten başka bir şey tanımıyorum. Dolayısıyla benim
umudum kodesten başka bir şey olamaz. Sefaletlerimizin özüyle, bunlardan
kurtulma umudunu nasıl ayırabiliriz birbirinden?
Demem o ki,
dileyebileceğimiz tek iletişim, modern dünyaya tam olarak uyarlanmış haliyle,
Adorno modeli, denizdeki şişe; ya da Nietzsche modeli, bir düşünürün fırlatıp
bir diğerinin topladığı oktur. Çünkü Nini tam olarak hiçbir zaman terk etmez
beni. Hâlâ beni hiççi bir eser yaratma konusunda esinlendireceğine inanır;
hiççiliğin matrak yanı, umutla beslenmesidir.
Ama yine de… yine
de “Adem’e bir kan tahlili yapmalılardı.”
* Metimontenin hazırlanmasında kısmi tahrifatla kullanılan malzemeler:
- Müzakereler, G.Deleuze (Çev: İnci Uysal)
- Yalan-Roman, E.Ajar (Çev: Roza Hakmen)
- Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, B.Karasu
- İzmir Postası’nın Adamları, A.Büke
- Yüceler Yücesi, M.Blanchot (Çev: İsmail Yerguz)
- Uyuyan Adam, G.Perec (Çev: Sosi Dolanoğlu)