2 Haz 2011

Kızarmış Camlar Havada İnfilak Edende

Başlıca iki sebepten gidip gidip geldi son günlerde bu yazının başına oturma motivasyonum. Biri bünyevî, diğeri dünyevî. İlki, bünyemi hiç de alışık olmadığı şekilde aralıksız 8-9 hafta sonu boyunca uzuun (ve haliyle ak olsun kara olsun ciğer düşmanı) gecelere maruz bırakmışlığıma bakılırsa hiç de şaşırtıcı olmayan, üstelik mevsim normallerine de ziyadesiyle uygun gribal durumum. Diğeri ise, “ha birazdan yazayım, ha bu akşam yazayım” deyişlerimin arasında gazetede okuduğum bir haber, sanal ortamlarda gördüğüm iki satır serzeniş, ya da televizyondan yüzüme çarpan kısacık bir görüntü hasebiyle dünya ve memleket hallerini hatırladıkça; sazlı sözlü bir şeyler yazma hevesimin kursağımdan gerisin geri inmesi.

Nağmeli satırlara girmeden evvel son haftaların kayda değer diğer gelişmelerine değinmek gerekirse: 1,5 senelik bir aranın ardından geçtiğimiz hafta 5 günlük bir Ankara havası alındı, her şeyiyle. Ankara’nın şehri gerçekliğinden duyacağım olası bir rahatsızlığın boşa çıkmasına bakılırsa, sandığımdan daha güzel geçti. İnsanları ve muhabbetleri söylemeye zaten gerek yok. Bir de son gününde kara deryalardaki bir fenerin ışıldaması, iyice gönlü ferah dönderdi beni gurbet ellere. Ankara öncesinden süre gelen ev arkadaşı değişim sürecindeki belirsizlik de geçtiğimiz Pazar günü bir Fransız insanı olan Julie’nin Steven’ın ikametini ikamesiyle sonlanınca, bu hafta gönül rahatlığıyla hasta olup yatmak kaldı bana da…

Tüm bunları bir kenara koyarsak, hayatımın en başat rengârengini nispeten üst üste gelen konserler oluşturdu son haftalarda. Şimdi üzerine konuşulmasını en saçma bulduğum bir şey olan müzik üzerine konuşur gibi yaparak, üstelik musikifuruşluk yapıyor görünmeyi de göze alarak bu konserlerden notlar paylaşmak istiyorum sizlerle. Hiçbiri öyle kıyıda köşede kalmış isimler olmasa da, aslında söz konusu müzikleri ve müzisyenleri paylaşmak da diyebiliriz.

Tarih: 13 Mayıs Cuma. Haberdar olduğum günden beri gitmek istediğim ve yaklaşık 15 gün öncesinde “biletlerini şimdiden alayım da son güne bırakırsam bu depresif kafayla hayatta kalkıp gitmem ben” muhteşem motivasyonumla biletlerini almış olduğum, ve iyi ki de öyle yapmış olduğum iki konserden ilki. Sanatkârımız minimalist eserleri ve yaptığı muhtelif film müzikleriyle maruf Philip Glass.

Yer, pop/rock/alternatif sularında Amsterdam’ın en önemli iki konser mekânından biri olan Melkweg. İş çıkışı eve gelip yemeğimi yiyor ve Ponty’ye atlayıp konsere gidiyorum. Konserin başlamasına yaklaşık 20 dakika kala biramı alıp bir kenarda otururken iki şey fark ediyorum: üzerimdeki ceket ve ritm tutmadaki duyusal geçişkenlik.

Ceket aslında önemsiz bir ayrıntı, ama nedense hayatımda ilk kez kendi irademle ceket giyip bir konsere gelmiş olduğumu ayırtsıyorum. Az şey değil; 30 yıldır ilk kez.

Diğeri, bekleme sırasında çalmakta olan cansız müziğe elimdeki bira şişesine parmaklarımla vurmak suretiyle eşlik ederken dank ediyor (Dank u wel!). Bir an için, 7-8 yaşlarımdayken duyularımla ilgili şüpheciliğimi ve bunun beni sürüklediği saçma ampirik arayışlarımı hatırlıyorum. Şöyle ki, o yaş kafasıyla, okulda bize öğretilen beş duyu ve ilgili organların uygunluğundan şüphe edip, her biri için daha uygun uzuvlar olabilir mi diye arayışlara kalkışıyorum. Mesela kokulu bir şey elime alıp, vücudumun muhtelif bölgelerinde dolaştırıyorum. Belki onu burundan daha iyi koklayan bir yer çıkar diye. Ya da acı bir şeyi elimle, dirseğimle, yanağımla yokluyorum; hani dilden daha iyi tat alan ama keşfedilmemiş bir bölge vardır belki. Deneyler o zamanlarda okulda öğretilenlerin sağlanmasıyla son buluyor. Ama o kadar da son buluyormuş demek ki ki, Glass konseri beklentisinde parmak uçları şişeye ritmik olarak konup kalkarken, işte, diyorum, tamamen yanılmamışım. Kulaktan gayrı dokunarak da işitmek mümkün müziği, en azından ritmi. Galiba seviniyorum.

Derken konser başlıyor. Deney bitti, gözlerim açık. Yetmiş beşlik Glass amca olduğundan 20 yaş daha genç gösteriyor. Solo piyano bir eseriyle başlıyor. Sonrasında sadece kendisinin çalmadığı, mahalli sanatçıların onun bestelerini icra ettikleri bir formatta ilerliyor konser. Sözde buralı ama belli ki aslen Uzakdoğulu bir kadın Arpçı, ilk üç Metamorphosis’i çalıyor. Çok etkileyici. Sonrasında asap bozucu ‘süper yetenek’ ekolünden genç bir kemancı birkaç parça çalıyor. Zaten solo keman pek sevmiyorum, bir de böyle zevzekler olunca bilet parasının bir kısmına yazıklanasım geliyor. Geçiyor. Birkaç parça da piyano eşliğinde gospelimsi bir koro tarafından icra ediyor. Arada Glass, Allen Ginsberg’in kendi okuduğu savaş karşıtı şiiri “Wichita Vortex Sutra” üzerine şiirden mülhem bestesini çalıyor. Yabancı dilde bir şiirden ilk defa bu kadar etkileniyorum. Dance, konserin son şarkısı oluyor.

Konser bitince Glass’ın yaptığı müziği bir anlamda kolaycı gören ve yeterince çeşitlenmediğini düşünen görüşleri daha iyi anlıyorum. Sanırım bu zaten biraz da minimalizmin kendiyle ilgili bir tartışma. Öte yandan müzikte ‘az’ın ve tekrarın ne kadar kudretli olabileceğini az çok bilen doğulu kulaklar için Glass’ın yapıtının genelinde müthiş bir çarpıcılığı olmadığı da söylenebilir, orası da öyle. Ama şurası kesin ki vakt-i zamanında yaptığı çok iyi besteleri var bu abinin. Şiddetsizce tavsiye ediyorum.

Diyor, hoop, tam bir hafta sonrasına, Ankara’ya uzanıyoruz.

Ankara’ya gidiş öncesi o tarihlerde ne varmış ne yokmuş diye bakınırken gözüme iliştiydi Gevende konseri. O nispette dinlemesem de çok takdir ettiğim ve daha evvel sadece bir kez canlı dinlediğim, şeker parçası bir grup kendileri. Canlı performansları müziklerine yaraşır derecede başarılı. Fakat konsere gitmek nasip olur muydu, bilmiyordum; nasipti adı üzerinde, oldu. Pelin ve Ozan’la birlikte, eski Ankara günlerinde olduğu gibi, değişmez ön grubu kanda dolaşan votka olan bir Nefes konseriydi. Grubun yeni albümü çıkmış, oracıkta haberim oldu. Adı “Sen Balık Değilsin ki.” Dans etmekten yorulup soluklanmak için duvar dibindeki uzun oturaklara oturduğumda yanıma düşen Ankaralı genç de benim gibi yeni haberdar olmuşmuş albümden. Biraz geç kaldığımızdan kelli “şunu çaldılar mı, bunu çaldılar mı” yollu muhabettin devamında öğrendim. Fakat o sırada, konserin sonlarına doğru kendisiyle daha ilginç bir diyalogun beni beklediğini bilmiyordum elbette. Yine bir soluklanma anımızda, Pelin’le daha önce yine aynı mekanda iştirak ettiğimiz Nekropsi konserinden bahsetmiştik ki, yancı arkadaş kulak misafiri olmuş. Kulağıma eğilip şöyle dedi: “Duydunuz değil mi, die neu Papa ist Deutsch.” Duymuştuk tabii, duymaz olur muyduk? Daha fazlasını da biliyorduk hatta. Sorusuna evet der gibi başımı salladıktan sonra kendisine eğilip, o da bir şey mi, der gibi bir tavırla ekledim: “Er sogar Bayerisch.” Konuşmamız, ilgili şarkı sözünü hatırlayanların tahmin edebileceği üzere, çocuğun “Mein Papa hat gesagt” ve benim ona mukabil “das er ein Panzer ist” cümlelerimizle noktalandı... Velhasılı, Gevende Eskişehir’den çıkmış en güzide gruplardan biridir.

Kurak A’dan tekrar dönüyoruz sulak A’ya. Ankara dönüşümün iki gün sonrası, hava değişimi yorgunluğunu henüz üstümden atamamış, hastalanmaya çoktan başlamışım. Ama gelin görün ki çook önceden alınmış biletlerin ikincisi söz konusuydu. Bu kez bir Çarşamba akşamı, buranın diğer büyük konser mekanı olan Paradiso’ya sürükleniyorum. Yine Ponty’yle, yine tek başıma, ama bu sefer ceketsiz. Bu kez bambaşka bir müzikal tınıya düşüyor yolumuz. Bol gitarlı ve gürültülü, fakat aslen sakin huylu müzikleriyle karşımızda Amerikalı meşhur ‘post-rock’ grubu Explosions in the Sky – nam-ı diğer EITS.

Sınırlarından içeri adım atılmış grip kafası, bu kafayla ben bu konseri nasıl kaldırırım sorularını da beraberinde getiriyor elbet. Konser başlayana kadar somurtuk ama mümkün olduğunca pozitif bir şekilde oturup ön-icracı deneyselci bir amcayı dinliyorum. EITS’nin sahne sırası geldiğinde ayağa kalkmak farz oluyor. Sonrasında konser sazı eline alıyor ve yer yer salınımlı ve içten kafa sallamalı eşliklerle müziğe teslim oluyorum. Yanımda konuşabileceğim biri olsa muhtemelen şu cümleyi kendisine söylerdim: Herifler iyi çalıyorlar yahu! Fakat gelin görün ki Ankara’da iki oralı insan arasında Almanca muhabbetlerin yolunu açabilecek kadar cilveli olan kader burada o işlere girmiyor. Girmesin de zaten, böyle iyi… EITS sahneye çıktığında “Merhaba, biz EITS, Teksas’tan geliyoruz,” konser boyunca bir-iki şarkı arası teşekkürü ve bitiminde “EITS’ı dinlediniz, teşekkürler” demek dışında tek kelam etmiyorlar. İcralarına ilaveten kendilerini daha çok sevmek için bir sebebim daha oluyor. Zaten bana kalırsa iyi müzisyenler ve iyi yazarlar işlerini yaparken veya işleri hakkında konuşmasınlar; ne gerek var, değil mi ama… Konser çıkışı terli terli sıcak bir sigara içiyor ve Ponty’ye atlayıp yüzüme çarpan rüzgar eşliğinde eve dönüyor, böylece yorgan döşeğe giden yolda bir adım daha atmış oluyorum. Ama en azından en çok Replikas ve (nur içinde dinlensin) Dandadadan konserlerinden aşina olduğum o konser çıkışı yüzde aptal gülümsemeli beyin uğuldaması duygusunu buralarda da bana yaşatan müzik tanrılarına şükrediyorum. Şükrederken aklıma EITS tarzı müzikler için kullanılan şu post-rock etiketi geliyor. Rock değil yani bu, post-rock. Neden peki? Neymiş efendim, post-rock aslında rock enstrümanlarını kullanarak rock dışı tarzlarda müzik yapmak falanmış, öyle bir şeymiş… Bu tanıma oldum olası aklım yatmamış olsa da (zira çocukluğumdan beri post-rock dinlerim ben, başka müzik tanımam yani…), kafamda bir ‘post-modernizm’ –ki onun da ne idüğünü tam olarak anlamamışımdır bir türlü– açılımına vesile oluyor: Modernizmin araçlarını kullanarak modernist olmayan şeyler yapmak. Tebessüm ediyorum.

Ve geldik monşerin dört atlısı konserlerin sonuncusuna. İlk albümlerinden bu yana beğenerek dinlediğim, Ankara’da ikamet etmekte olduğum zaman zarfında Türkiye’de sadece bir kez, o da İstanbul’da bir Cuma günü konser veren, işten izin almamın mümkün olmadığı o dönemde konsere gidebilmek için şirkette üstüm olan şahsa durumu anlatıp İstanbul’da bir müşteri görüşmesi ayarlattığım, ancak gitmeme bir gün kala görüşeceğim şahsın trafik kazası geçirmesi neticesinde apışıp kaldığım ve canlı izleme şansını yitirdiğim; ben ayrıldıktan sonra ise Ankara ve İzmir dahil Türkiye’de defalarca konser vermiş olan sevgili Fatima Spar und die Freedom Fries. (İkinci albümleriyle birlikte “und die” yerini “and the”ya bıraktı ama yanlış o!)

FSFF konseri geçtiğimiz Cumartesi, buraya trenle yarım saat mesafedeki şirin öğrenci şehri Utrecht’te. Bu kez yalnız değilim; Haydar ve arkadaşı Turan da var. Konserden 3-5 saat önce buluşuyoruz ki akşama kadar içip coşalım, yol alalım. Tabii ben artık basbayağı hasta bir insanım o esnada, yatsam yatarım, o derece. Ama hiçbir şey yokmuş gibi davranılacak, o konsere gidilecek, gerekirse iyice hasta olunacak ve gece eve dönüp antibiyotiğe başlanacak; planım bu (ki eksiksiz uyguladım planı). Havanın güzel olduğu söylenemez, kapalı, yağmurlu ve rüzgarlı, bok gibiden hallice yani. İstasyonda buluştuktan sonra bir şeyler içmeye başlamadan önce biletleri alalım, aradan çıksın diyoruz. Mekana uğruyoruz ki sadece gişe değil, kapılar da kapalı. Çaresiz kapının yanında gördüğümüz zile basıyoruz. Gençten bir kadın bize kapıyı açtıktan sonra kendini tanıtıp teker teker el sıkışıyor bizimle. Biraz şaşkın, biz de kendimizi tanıtıyoruz, ne kadar misafirperver bir mekanmış diye geçirerekten. Neden sonra bilet almaya geldiğimizi söyleyince, kadının bizi grup elemanı sandığı ortaya çıkıyor, gülüşüyoruz. Gişe konserden bir saat önce açılacağı için bu küçük VIP karşılamanın ardından bilet alamadan oradan ayrılıyoruz. Döndüğümüzde beklenen yolu almış bulunuyoruz. Haydar en önde koşanımız gibi görünüyor, ama hepimizin keyfi yerinde. Biletlerimizi alıp giriyoruz. Önce Romengo adında Çingene müziği yapan Macar bir grup var. Ben enerjimi FSFF’e saklarım diye düşünürken birkaçıncı şarkıda kıpırdanır vaziyette buluyorum kendimi. Arada terli terli kapı önleri falan, onları geçiyorum artık. Sonrasında Fatimagiller geliyor, başlıyorlar çalmaya, başlıyoruz hopzıpa. En ‘swing’ parçalarda bile hayatımın müziği svingmişçesine dans ediyorum. Grup albümden işitildiklerinden de şeker, Fatima mini minnacık fakat asla yerinde duramayan bir sempatiklik abidesi olarak sahnede yaşıyor. Konser sonunda herkes mutlu. İlk kez dinleyenler bile kendini şanslı hissediyor. Hatta aramızdan bazıları Fatima’ya öpücükler göndermekten kendini alamıyor J. Barcelona’nın kupayı kazandığını öğrenmenin de verdiği keyifle konser sonrasında bir süre daha dans ediyoruz. Nihayetinde sıfır kurtla çıkıp evlerimize dönecekken, mekanın girişinde karşıdan gelen Fatima’yı görüyoruz ve kendimizi ayak üstü muhabbet ederken buluyoruz kendisiyle. Müziklerinin ‘Gypsy’ olarak sınıflandırılmasından kendisinin de rahatsız olduğunu öğreniyoruz, seviniyorum. Davulcunun yakında gruptan ayrılma ihtimali olduğunu söylüyor, üzülüyorum. Avusturya’dan sıkıldığını, İspanya’ya taşınma planları olduğunu anlatıyor. Gurbetçi muhabbeti yapıyoruz. Bir ara –laf oraya nasıl geldi hatırlamıyorum– bozuk Türkçesinden ve Türkçe söylediği şarkıları anlayamadığımdan dert yanıyorum. Şarkı sözlerini internete falan koyun bari, diyorum. Tam o anda pot mu kırdım acaba diye geçirirken şöyle bir cevap veriyor: “Ay valla yazıyorum ben sözleri de bir türlü koyamadım siteye, ama yakında koyacağım mutlaka.” Rahatlıyorum. Hep beraber gülüyoruz bir kez daha. (En az birer kez) öpüşüp sarıldıktan sonra, bir sonraki konserde buluşmak üzere oradan ayrılıyoruz.

O gece mutlaka antibiyotiğe başlamam ve sonraki gün de odamı taşımam gerektiği için saate ve yorgunluğa aldırmadan, ayakta halk otobüsü tıklım tıkışlığındaki trene atlayıp eve dönüyorum.

* * *

Dün ve bugün yeni yeni kendime gelmeme bakılırsa hastalanma planımı eksiksiz, hatta fazlasıyla hayata geçirmişim belli ki. Ama hiç değilse kulaklarım duymuş, ruhum doymuş. Afiyet olmamış, olsun varsın. O da olur zamanla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder