29 May 2011

Heidegger Konuşuyor, Taşlar Susuyor


Gelmeyen Godot yazısının yazımı esnasında düşen vakt-i evvellerden biri olan, neden sonra rastladığım bölük pörçükçe bir Heidegger konuşması. Aslında videoyu ve tercümesini buraya koymaktan çoktan vazgeçiştim ya, vazdan geri geldim. Vazgeçmişlikten vazgeçişten medet umarak, tekrar dönebilmek için buraya.

Sonra araya bir Kaygusuz girdi - ki hâlâ da arada - o da vakt-i taze olarak ucuna eklendi üstadın gevezeliklerinin, böyle oldu.


‘Bir malumat aracı olarak dil’ mefhumu bu aralar ağırlığını iyice hissettiriyor. İnsanoğlunun dil ile ilişkisi, sonuçlarıyla yüzleşmeye henüz hazır olmadığımız bir dönüşüme uğruyor. Bu gidişat doğrudan müdahale ile durdurulacak gibi değil. Dahası, süreç sessiz ve derinden ilerliyor.

Bildiğimiz gibi gündelik hayatta dil anlaşmanın bir aracı olarak görünür ve öyle de kullanılır. Fakat dil ile gündelik olanın dışında ilişkiler de kurulabilir. Goethe bu farklı ilişkileri ‘daha derin’ olarak niteler ve şöyle der dil için: “Dili normal hayatta eğreti bir şekilde kullanırız çünkü yalnızca yapay ilişkilere işaret etmekteyizdir. Fakat ne zaman ki daha derin ilişkiler söz konusu olur, işte orada aniden başka bir dil ortaya çıkar: şiirsel olanın dili.”

Hem düşünce yaşantımın hem batı felsefesinin dönüm noktası olan batı düşünce tarihi üzerine tefekkürüm bana geçmişte bir sorunun asla sorulmamış olduğunu gösterdi: varlık sorusu. Oysa bu can alıcı bir sorudur, zira batı felsefesine baktığımızda insanın varlık ile ilişki halinde olduğunu ve varlığa tekabüliyet ile var olduğunu görürüz.


Düşünmenin Görevi Üzerine, 1964

Benim anlayışıma göre bugünlerde düşünmeye düşen görevi öncekilerden farklı kılan, yeni bir düşünme yöntemi gerektirmesidir. Bu yöntem yalnızca insanlar arasındaki dolaysız diyalogda kullanılabilir ve bu yönteme ancak uzun temrinler sonunda ulaşılabilir. Belki düşünüş içindeki görme denebilir buna. Buna göre, böyle bir düşünme şu an için sadece birkaç kişi tarafından icra edilebilir ve ancak daha ileride farklı eğitsel alanlar aracılığıyla başka insanlara aktarılabilir. Size bir örnek vereyim. Bugün herkes, işleyişlerindeki fizik yasalarını ya da bu yasaları bulmak için kullanılan yöntemleri bilmeksizin bir radyoyu veya televizyonu çalıştırabilmektedir. Günümüzde bu yöntemlerin özüne vakıf olanlar beş veya altı fizikçiden ibarettir. Aynı şey düşünmenin görevi için de geçerlidir.


Karl Marx ve Dünyayı Değiştirmek Üzerine, 1969

Dünyayı değiştirme talebi mevzusunun geçmişi Karl Marx’ın Feuerbach üzerine Tezler’inde yazdığı o meşhur cümleye kadar uzanır. Bu cümleyi, yanlış yapmamak adına, orijinlinden okuyacağım: “Felsefeciler muhtelif biçimlerde dünyayı sadece yorumladılar, fakat aslolan onu değiştirmektir.” Şimdi bu cümleyi alıp olduğu gibi doğru kabul edersek, dünyanın değişmesinin önkoşulunun dünyanın kavranışındaki değişim olduğunu ve dünyaya dair bir kavrayışa ancak yeterli yorumlama ile varılabileceğini ıskalamış oluruz. Bu da demek oluyor ki Marx, dünyayı değiştirmeye yönelik talebinde bulunurken dünyanın belli bir yorumuna dayanmaktadır. Dolayısıyla bu cümlenin temelsiz bir cümle olduğu ortaya çıkıyor. Alenen felsefeye karşı söylenmiş gibi bir intiba uyandırmasına karşın, ikinci kısmında zımnen felsefeye olan ihtiyaca işaret ediyor.


Din Üzerine, 1964

Bana sorarsanız insanlar – örneğin komünizmde – tam da bilime inandıkları için bir dine mensupturlar. Modern bilime sorgusuz sualsiz inanmaktadırlar. Bilime duyulan bu koşulsuz inanç, yani bilimsel sonuçların kesinliğine duyulan güven bir imandır ve bir bakıma kişinin tekil varoluşunu aşan bir şey, dolayısıyla bir dindir. Bana kalırsa hiç kimse dinsiz değildir ve her insan bir şekilde kendini aşmaktadır ki bunun anlamı da şudur: çılgınlık.




* * *
Denizin de bir ömrü var. Her mevsimsel çevrimde ölüyor, derken başka bir deniz doğuyor yerine. Kumsaldaki taşlara bakarak pekâlâ okunabilir denizin soyağacı. Taş, kumsalın en eskisidir çünkü; kayaların kumla akrabalığını pürüzsüz yüzeyinde bir dert gibi taşır. Issızlığın kadim bilgisine sabırla bekleyerek erişmiştir. Taşın da bir ahlakı vardır, evet. İnsankişinin katlanamayacağı durmaklığa içkin bir ahlak kakılmıştır bünyesine. Taş taşlaşmakla önceki denizini yitirmiş, yitireceği hiçbir şey kalmamış bir kimsedir. Kumlaşıncaya değin yeniden doğan denizlere bakacaktır hep. Bu yüzden, işte tam da bu yüzden, asla kumsaldaki taşları toplamamalı. Yoksa ölürler. O kusursuz yuvarlaklığını, büyüleyici camsılığını ele geçirmek istediğimiz her biri, eve götürünceye değin matlaşıverir. Kısacası, terbiyeli olmalı. Suyun tuzla güreşmesini izlemek için denizi işitmeye bırakmalı taşı.
(Yere Düşen Dualar, s.59; Sema Kaygusuz)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder