22 Ara 2009

Potpurik Kardanadam

Muhterem Tabldog okurları,

Son yazımızın tematik eksenine çöreklenen o partili geceden bu yana çok mazbut günler yaşıyorum. O malum cuma sonrası bütün cumartesiyi evde serilerek geçirmek fiziksel bir dinelme ve ayılma yaratmış, ancak benzer etkileri zihinsel bünyemde de görme ihtiyacım baki kalmıştı. İşte böyle bir ortamda, sakin bir Pazar gününe kısmet oldu Van Gogh Müzesi'ni gezmek. Yine Yelda ile gerçekleştirdiğimiz bu turdan kısa izlenimlerle başlayalım:

İlk evvela şunu söylemeliyim, her ne kadar turistik kalabalığa ve bir pop star mertebesine 'yükselmiş' bir ressamın eserlerini görüyor olmaya bağlı distortif etkiler söz konusuydu ise de, geldiğimden beri gerçekten en çok heyecanlandığım anları zannediyorum ki bu dört saatlik zaman dilimi dahilinde yaşadım. Müzenin 'teknik' olarak içeriğine dair pek bir şey anlatmak anlamlı olmaz herhalde, zaten internette bulunabilir malumatlar bunlar. Ben aslında daha fazla eser içermesini bekliyordum, oysa sonradan kesin bir şekilde öğrendim ki bu halihazırda en geniş Van Gogh koleksiyonuymuş. Müzede ‘Starry Night’ hariç, üstadın gözlere pelesenk olmuş tüm resimleri vardı. Bunlardan biri olan ‘Cornfield with Raven’i kanlı canlı görmek gerçekten irkilticiydi mesela. Ancak görmüş olmaktan en keyif aldığım tablo, kendimi bildim bileli (duyan da dört yaşımdan beri modern sanatın bağrında yetişmiş biri olduğumu sanır!) pek bir gözdem olan ‘Potato Eaters’ oldu. Tabloyla Van Gogh’un kendisinin de ayrı bir gönül bağı olduğunu, buna mukabil kardeşi Theo'nun zamanında bunu pek beğenmediğini, hatta dönemin bir sanatbilirinin tablo için ‘bu ne lan!’ demeye getirdiğini öğrendim, daha bir sevdim.




Bir de daha önce hiç bilmediğim bir tablosu ziyadesiyle etkileyiciydi: ‘Old Church Tower at Nuenen’. Van Gogh’un genellikle allı pullu, yarı akıllı yarı deli, nevrotik coşkulu yanıyla sunulmasına karşılık, kendisinin daha karanlık, daha naif, daha uhrevi ve fakat içten içe ölüm odaklı temayüllerini görmek daha ilginç ve cezbediciydi doğrusu.




Bir ara Yelda, Van Gogh’un ölmeden sadece 10 yıl önce resim yapmaya başladığına dikkatimi çekince, yüzümde umutlu bir mutluluk ifadesi belirdi. “Yani hâlâ geç kalmadık, onun için mutlu oldun, değil mi?” diye sorduğunda cevabım olumluydu (burada hemen aklıma, bu mevzuda hassas olduğunu bildiğim İdil geldi tabii). Ancak bu olumlayıcı cevap, ilerleyen dakikalarda üstadın 37 yaşında ölmüş olduğu gerçeğiyle yüzleşmemle ardında buruk bir tat bıraktı.

Müze çıkışında son durak olan Van Gogh mamulleri satış reyonundaki çeşitliliği, hareketliliği ve insanlarda yarattığı heyecanı görmek, resimlerin verdiği dingin mutluluk üzerinde bir miktar ‘pısssss!’ etkisi yarattı bende. "Heheyt, buraya kadar olanlar sadece bir tavlama operasyonuydu, esas meselemiz bu" der gibi gibi... Neyse, yazarken fark ettim ki o kadar da içerleyecek bir durum yokmuş, ‘pıss’latamamış! Güzel.

* * *

Şimdi biraz da aktüalite diyor ve yaklaşık bir haftadır Amstedam’ın neredeyse tek gündemini oluşturan hadiseye klavyemizi uzatıyoruz: Kar. Geliyordu gelecekti derken, bir geldi pir geldi. Hatta geçtiğimiz Perşembe gecesine Cumartesi gecesi muamelesi yapıp Cuma bitap düşmem, Cumartesi de dinlenmeye doymamam sonucunda, Pazarımı ağartan bir güzellik bilem oldu kar. Ev tipi Cuma ve Cumartesinin ardından her yerin iyice beyazladığından, havanın da hallice yumuşadığından emin olduktan sonra kendimi dışarı attım. Şöyle bir yürüyeyim, kar havasıyla ciğerlerimi, kar beyazıyla gözlerimi açayım, iki fotoğraf çekeyim dedim; hatta her şey yolunda gidersen kulaklarımın pasını silmeye dair bir ihtimal bile vardı cebimde. Hemen söyleyeyim, hepsi oldu… Belli aralıklarla Yelda’yı ve/veya Aylin’i de dâhil etmek için girişimlerde bulundum ama biri kardan kıştan, diğeri telefonunu duymaktan imtina edince sinematografik bir yalnızlıkla kalakaldım. Bu beyaz yol hikâyesinden görsel aktarımlar için fotoğraf albümümüzdeki yeni yüklentilere göz atabilirsiniz.

Olayın ‘işitsel’ ayağına gelince, aslında dikkatli bir gözlemci bunun ne olduğunu kolaylıkla tahmin edecektir: zira aklımdaki müzikli hedef, “haydarbar” görselinde arkadan davetkar bir şekilde göz kırpan ‘live jazz’ idi. Her Pazar saat 16:30’da olduğunu bir süredir aklımın bir köşesinde tutuyordum. Ama kim bilir hangi Pazar o saatte dışarı çıkar da oralarda olurdum; o Pazar bu pazarmış. Yürüyüşümün sonunda dümeni Haydarbar’a kırdım (bu arada önündeki küçük ve kıvrımlı harflerle yazılı küçük tabelasında barın adını okumaya yeltendiysem de olmadı, olduysa da ‘undone’ oldu… Haydarbar işte…). 1-2 saat oturup, bir şeyler içip hoş bir amcalar grubu dinledim. Arada kapı önü sigara sosyalleşme seanslarında (ilk yalnız sosyalleşmem bu arada, belirtmeden geçmeyeyim…) birkaç kişiyle dahi tanıştım. Aslında hepsiyle topluca tanıştık desem daha doğru olur. Bunlardan biri İtalya’da İngilizce öğretmenliği yapan Güney Afrikalı bir gençti… Naif fakat aptalca olmayan bir edayla “burası ne güzel, herkes pozitif; içeride de John Coltrane’i dinliyoruz adeta.” Diyen bu gencin yanında, Uzakdoğulu görünümlü, fakat gencin söylediğine göre (kız asla konuşmuyordu) buralı kız arkadaşı vardı. Öte yandan paketini yere düşürüp, “Aa sigaralarım ıslandı” diyerek muhabbeti açan, çok konuşkan bir başka buralı kadın, yıllardır böyle kar görmediğini, hayli afalladığını söylüyordu. Grubun en ilginç kişiliği ise 40-45 yaşlarında bir abimizdi. Üçüncü kelimesinden itibaren hayat, mutluluk, gitgeller, oraya bakınca öyle hissetmek, bu tarafı görünce böyle hissetmek üzerine hızlı ve saçma bir konuşmamız oldu. Nereli olduğumu öğrenince hiç Türk gibi konuşmadığımı söyledi. Türkler “nasıl konuşuyormuş ki?” diye sorduğumda da yani böyle “Arkadaşş!” falan dedi. Sonra yıllardır Türkiye’de yaşayan bir arkadaşından, ‘Atatürk vs olaylarından çok bunalmazsan (!) Türkiye’nin aslında fena bir yer olmadığından’ ve duyduğuna göre Türkiye’de evlenmek için Alevi bir kadın bulmasının kolay olduğundan bahsetti. Ama asıl derdi Güney Amerika’ya gidip orada bir aile kurmakmış… (Biliyorum burası biraz sıkıcı oldu ama idare edin artık)

Derken ben de sıkılmaya başlayıp müsaade istedim ve evin yolunu tuttum. Eve gelince o saatte n’apılır? Tabii ki maç seyredilir. Ben de öyle yaptım ve geçen haftaya kadar yapmayı unuttuğum fark edip iki haftadır tekrar yapmaya başladığım totemim eşliğinde maçımı izleyip Fenerbahçe’ye bir galibiyet daha aldırdım. Fakat konuyu açmamın asıl nedeni internet yayınında devre arasında giren ve beni benden alan bir reklam cümlesi: “Nesillerdir efkarı sevince dönüştüren Yeni Rakı, Amerika’da da yanınızda…” Vallahi içmiş kadar oldum, öyle diyeyim…

* * *

Ev bark havadisleri:

* Dün bir emlakçı eşliğinde 5-6 ev gezdik, bugün teklif verdik, pazarlık sonuçlarını bekliyoruz.

* Yarın ev arkadaşım Steven memleketine gidiyor yılbaşı için, beni yalnız günler bekliyor, nasıl olacak bilmiyorum.

* Nikah tarihimiz ve yerimiz aldığım son duyumlara göre belli oldu, açıklıyorum:
6 Şubat 2010, İzmir Fuarındaki evlendirme dairesi, saat 15:45. İlk davet ettiğim kişiler de siz kıymetli okurlarım olmuş oluyorsunuz böylece. Ona göre planınızı programınızı yapınız. Ayrıca lütfen bunu organize bir şekilde duyurmam konusunda teşvik ve önerilerinizi benden esirgemeyiniz

Bitti.



* * *



Aaa, olur mu! Bitmedi.

Hepinizin yeni yılını şimdiden kutluyorum. Yani tabii ben kutlamaya, kutlu kılmaya muktedir değilim ama kutlu olmasını diliyorum diyeyim. Kutlu, kurtlu, kuşlu, kuşkulu ama illa ki sevdiklerimizle olsun. Yer yer eylemsiz sevgilere de inanan bir hırt olsam da, daha görüşmeli, konuşmalı, yazışmalı olmasını umuyor; sağlıklı, mutlu, oyunlu bir yıl olmasını temenni ediyor ve son günlerde pek sevdiğim, eğlenceli bir şarkıyla şimdilik huzurlarınızdan ayrılıyorum…


1 yorum:

  1. blog işini baya ilerletmişsin eraycım.. video da son bomba oldu. tebrik eder, başarılarının devamını dilerim :)

    YanıtlaSil