13 Ara 2009

Garbın Âfâkı

Bugün 13 Aralık, günlerin tekrar uzamaya başlamasına 8 gün var. Uzun günlere ihtiyaç var; ışığa, azıcık daha ışığa (çok değil). Sabahları perdenin aralığından odaya sızıp uyanmayı kolaylaştıracak, hafta sonu geç kalktığında evden çıkana kadar kendisinin çoktan kaybolmaya başlamasından duyulan rahatsızlığı azaltacak bir tutam daha ışığa…

Geçtiğimiz hafta sonunun üç temel gündem maddesinden söz etmek mümkün: Haydar’ın ziyareti (ki yalnız değildi), Yelda’yla Amstel Nehri boyu yürüyüş ve ilk sinema gidintisi ve nihayet Kara Pazar.

Haydar, ‘Ankara’da belli aralıklarla defalarca tanışılan insanlar’ kategorisinden arkadaşı Güney ile buradaydı. Bir ayını yeni doldurmuş bir çömez olarak buralı rolü başa düştü, garip oldu. Ama az çok altından kalkabildim sanırım. Gezme dolaşma, yeme içme ve hoşsohbet üçgenindeki ziyaret süreci iyi geldi. Şimdi bu ziyarette seyyah konumundaki kişi Haydar olduğuçün, seyahat notlarını düşmek de ona kalsın, detaylara girmeyeyim fazla. İlk geceden temsili bir fotoğraf iliştirmekle yetineyim.




Sonracığıma, Cumartesi günü Haydar ile Güney’i kalacakları ‘squat’a yolcu ettikten sonra, Amstel boyunca Yelda ile yaptığımız yürüyüş nefes aldırıcı, fotoğraf çektirici etkiler bıraktı bünyemizde.





(Fotoğrafların devamı için buradan buyurun.)

Müteakiben uğradığımız Munt’taki Pathé sinemasında ‘Whatever Works’ü izleme şansına kavuşurken, ilk deplasman sinema ziyaretimizi de gerçekleştirmiş oluyorduk. Her ne kadar film beklentilerimi karşılamaktan uzak kalsa da, darısı nicelerine diyor; sinematik sanat merkezlerinin nadide İngilizce ve/veya İngilizce altyazılı filmleri programlarına almaları için dua ediyoruz. Amin.

Aynı gün, farklı kanallardan, bir başka ‘squat’ta bir parti olduğu haberi gelince, gece söz konusu adrese yöneldik. Loş, kalabalıkça, salaşlıktan kırılan ve fakat eski koltuğunda miskinen köpeği ve kendi halindeki insancıklarıyla hoş, pis bir ‘squat’ta bulduk kendimizi. İlk biralarımızı içip Haydar’la konuşurken şu cümleyi sarf ettim: “Burada ben bile varken Ozan’ın olmaması hiç adil değil.” Amsterdam’a gelişimin ikinci günü ilk ve son kez yine bir partide rastladığım eski ODTÜ’lü Taylan’la ikinci görüşmemiz de yine bir partide oldu. Parti diyorum ya, ben partilik kısmını göremedim açıkçası. Zira günlerdir biriktirdiğim çamaşır, bulaşık, yemek, ütü ve en önemlisi uyku işlerimi halletmek düşüncesiyle Pazarı elden kaçırmamam gereken bir fırsat olrak görüyor, ve bu nedenle 12 sularında mekanı terk ediyordum. Sonradan öğrendin ki, enstrümanını kapıp gelen gençlerin yer yer ‘jam session’a çevirdiği müzikli ve kaynaşmalı gece, sabahın ikinci ışıklarına dek uzamış. Tabii benim aydınlık pazarım bir o kadar kısa sürünce, pişmanlığım iyiden iyiye arttı.

Vakitlice kalkıp çamaşır ve bulaşık makinelerini çalıştırmam yetmezmiş gibi, üstüne bir de kahvaltı için ekmek kızartmaya çalışınca bilin bakalım n’oldu? Evet, sigorta attı… Tamam, kabul, kötü elektrik tesisatlarının bizim ve benzeri memleketlere özgü bir gerçeklik olduğunu varsayarak hata etmiş olabilirim. Zaten sigorta atması nedir ki, evdeki, bilemedin apartandaki bir-iki şalteri kaldırırsın, olur biter, değil mi? Hayır olmadı, hayır bitmedi… Önce çakmağımla elektrik sayacı dolaylarını bir süre kurcalayıp öyle atık bir şalter olduğunu fark ettim, sonra da sayacın üzerindeki bir etikette gördüğüm telefon numarasını aramak için telefona sarıldım. Neyse, İngilizce olmayan menülerden yolumu bularak ilgili şahsa arızayı bildirmeyi başardım bir şekilde ve 1 saat sonra bir teknisyenimiz kapıda göründü. “Buyurun, şu taraftan.” Buyurdu, baktı, etti… ı-ıh… Ana sigorta atmış. Ana sigorta nerede peki, hemen altımızda, giriş katımızdaki bina sakinlerinin dairesinde; sakinler nerede, dağa kaçtı; dağ nerede, aa burada… Velhasıl teknisyen kardeş komşunun kapısının altından “Gelince bize haber verin, gelip arızaya bakacağız” notunu atıp gitti. Tabii gün geceye kavuştu, gelen giden yok. Kombi yok, duş yok; ocak yok, çay yok, kahve yok; ışık yok, yapacak hiçbir şey yok… Gün kabusâne bir karaltıya ve erkenden yatağa gitmeyle son buldu. Neyse Pazartesi iş dönüşünde alt komşunun ışığını görmemle eve koşup arızacıları aramam bir oldu. Sonra da hemen aşağı inip “Merhaba, ben üst komşunuzum… böyle böyle, sakın bir yere ayrılmayın” demek durumunda kaldım. Beni içeri buyur etme nezaketini gösteren sevgili komşumuz, ne yazık ki elektrik idaresinden gelen yazıyı okuma zahmetinde bulunmamış meğer. Derken geldiler, tamir ettiler, gittiler. Işık oldu, su oldu.

Gelelim düne. Dün şirketimizin büyük yılbaşı partisi vardı. Bizim bölümden Woody Allen patron Jacob, iri-geveze sitcom tiplemesi Alex, sarışın İngiliz (kadim parti arkadaşım) Mike ve ben katılıyorduk. Sıcak sıcak sınırsız snack ve içki servisleri, canlı müzik sahnesi (loş ve arkası bordo perdeli olanlardan) ve daha büyük, iki katlı, dans pistli parti sahası ile tam bir eğlencelikti. (İstemsiz parantez: Parti sahasının üst katından aşağı seyrederken, aynı günün sabahında tramvayda aklıma gelen bir düşünce tekrar nüksetti: insanların hayat içre hali ve dışarıdan bakmaya meraksız görünüşleri. Öyle ya, dümdüz olan bu memlekette mesela kimse “sana bir de tepeden baktım Aziz Amsterdam” dizeleri yazamazdı. Neyse, geçti…) Geceden devam etmek gerekirse, biraz bu taraklarda bezi ve partisemeye meyli olan bir çalışan için gerçekten de bir motivasyon aracı olabilecek donanıma sahipti. Altı buçuk sularında erkenden damlayıp bol bol yiyip içerek, kah orada kah burada insanlarla laflayarak ve müzik dinleyip dans edenleri izleyerek geçirdiğimiz 3-4 saatin ardından, önceden planladığımız üzere ortamda alkol başat etken haline gelmeden oradan ayrıldık. Sakin sakin ve bol atıştırma eşliğindeki tükettiğim mebzul miktarda alkol neredeyse hiçbir esritik etki yaratmamış, hafif bir ağırlık çöktürmekle yetinmişti… Neredeyse 10 gündür görmemiş olduğum Aylin’i görme isteğim de çıkışımı kolalaştıran bir başka unsurdu elbet .

Nitekim 11 gibi Aylin-Birkan ikilisiyle buluşup, onların programı kapsamında bir sergi açılışının yolunu tuttuk. Video enstalasyonlarından müteşekkil sergide sanata dair bir şey bulunduğunu söylemek için bin şahit isterdi, neyse ki orada o kadar kişi yoktu. Orada birkaç bira daha içtikten sonra bu kez de bir başka parti bizi bekliyordu. Sır gibi saklanan bir adreste, özel bir bilmemne partisi varmıştı… 5-6 kişilik grubumuzdaki kanı kaynayan insanlar bir şekilde adresi öğrendi ve hoop, bisikletlere atlayıp bu kez oraya aktık (tabii benim bisikletim yok henüz, onun için bazılarına ikişer kişi binmek suretiyle olanları bölüştük). Girişte kısa süreli bir naz-niyazdan sonra bizi içeri aldılar. Ziyadesiyle David Lynch’vari olan acayip mekandaki bu parti neyse ki iki buçuk gibi bitti ve kendimizi dışarı attık. Ben bununla yetinemeyecek bir halde olduğum için, üstüne bir de eve attım kendimi. Tabii eve kadar yürüdüğüm için yarım saatten fazla süren ve sonuca ulaştığında saatlerin üç buçuğa yaklaştığı bir atış oldu bu. Sonrası uyku, sonrası hak edilmiş bir Cumartesi dinlencesi…

Yarın ufukta Van Gogh Müzesi seferi var, biraz geç oldu ama güç olmasın diyoruz.

Ha bir de, “ufukta” deyince aklıma geldi, (yazıda sona kaldığına bakmayım, mühim bir haber geliyor), görünen o ki, şubat başı itibarıyla İzmir’de Pelin ve benim başrollerde olacağımız bir izdivaç söz konusu. Gayrı resmi olarak buradan bildirmiş ve davet etmiş olayım, resmi daveti de her şey netleşince çok geç olmadan hepinize şahsen iletiriz zaten.

Son olarak, eğer oradaysanız Allah rızası için bir yorum falan yazın, ya da ne bileyim, balkonunuzun ışığını açıp kapatın…

Hepinize sevgiler…

5 yorum:

  1. Mülakattaki kadının "do you know how to party" diye sormasının sebebi belliymiş. Bunu yapamayan yaşayamıyor herhalde orada. Milet yemiyor içimiyor, evine adam gibi sigorta yaptırmıyor ama parti yapıyor. Ne ala memleket öyle o. Allah bilir gelen elektrikçi asfalyayı telle sarıp ortasına madeni para koymuştur. Yapar yapmaz hoop bir partiye koşmuştur. Gerçi adamlar da haklı. Olsa bir Yaprak Dökümleri, bir Aşk-ı Memnuları oturur dizi seyrederler ama nerdeee. Varsa yoksa parti.

    YanıtlaSil
  2. I amsterdam. Ben (Haydar), Guney ve Yaprak (Londra da yasayan arkadaslar) Eray"inda bahsettigi gibi Amsterdam da bulustuk ve ilk gun Eray´in evinde misafir olduk. Tabii eve gitmeden once Eray, Guney ve Ben demlenme gorevimizi yerine getirdik. Ilk aksamdanda Red Light Discict (Adini dogru yazmadigima eminim ama internetden kontrol etme zamanimi bu uzun parantez yazisini yazarak harcamayi tercih ediyorum) ile tanistik. Tanismamanin kacinilmaz oldugunu ikinci gun daha net anladim, cunku Amsterdam merkezi denen bolge neredeyse malum yer ile ayni alana tekabul ediyor. Diger bir deyisle, barlar, sex shoplar vb. AMsterdam merkezinde Red Light Discrict bolgesinde toplanmis. Eray´in evi ile ilgili ilk aklima gelen sey ise jakuzili kuveti oluyor. Eray´in ben daha hic kullanmadim demesi de tabiiki sasirtici degil. Eray´in deyimiyle, bilen bilir.
    Daha sonraki gunler (4 gun daha) squat da kaldik biz. Squat ortami ve yasayanlar benim bekledigimden daha iyiydi. Yerine gore ufak capta teorik tartismalar, yerli yersiz ot icip kafa yapmalar ve hepsinin bilgisayar hacker i gorunumlu bilgisayar ugraslari ilk akla gelen ozellikler.
    Eray in bahsettigi partide sabah 9 a kadar kalan tayfa da biz olduk. Aslinda daha erken ayrilmayi dusunebilirdik ama gidecegimiz squat a bizi goturecek arkadaslarda sabahladi. Ama sabaha kadar kalmak kesinlikle sikici degildi. Parti kavramimimi tekrar olsturmak zorunda kalacagim kadar eglenceli ve alkollu idi.
    Eray in fotografini koydu barda en cok gittigimiz yer oldu. Guzel bir kitlesi olan bir jazz bar olan bu yerin fotografta gorunen arka plani ise once kanal, arkadaki buyuk bina ise eski bir tiyatro. Tiyatronun eski oldugunu uzerindeki roma rakamlarini cozumledigimizde anlamistik, ama tam tarihini unuttum tabiiki.
    Benim Amsterdam deneyimim olarak daha fazla ekleyebilecegim kisa basliklar ise Van Gogh Muzesi gezintisi ve Meze Kart alma (yaklasik 40 euro), Yelda´in da calismalarini yuruttugu Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü (USTE) ziyareti, coffee shop ziyaretleri (2 defa) ve pahalilik.
    Bu basliklardan USTE ziyaretini biraz acsam iyi olur sanirim. Bu enstitude (Yelda daha net bilgi verebilir tabiiki) Turkiye yakin donem tarihi ile ilgili en buyuk arsiv mevcut. Bu arsivin buyuk kismi siyasi tarih uzerine ve Turkiye de illegal olarak degerlendirilen bircok belgeye, bazi orgut dokumanlarina (bazi belgeler izne tabii) ulasmak ve arastirma yapmak mumkun. (Bizim ziyaretimiz ise daha cok bir on arastirma niteligi tasidi ve Yelda ile beraber sehir merkezine indik akabinde)

    YanıtlaSil
  3. Erayim, iyice amsterdamyan olmussun. valla takip etmekte zorlandim o parti senin, bu parti, yine, senin gezmelerini. eh, bari bir beraber partilemenin de darisi basimiza dyelim ve
    karanlikla ilgili, komik gelebilecek (bana yuh artik dedirtmisti) ama ise yaradigini duydugum ve senin de belki coktaaan haberdar oldugun onerime: gunes isigi lambasi. hergun yarim saat, bu lamba ile burun buruna kaliyorsun. beyincazin da kaniyor bu isiga ve kendini daha iyi hissediyorsun(mus). Karanlik kuzey ulkelerinde insanlarin depresyonun sinir cizgisinde kalmayi becermelerini saglaya seylerden biri bu(ymus). digeri de alkol sanirim :)
    yazi, daha cok yazi...

    idil.

    YanıtlaSil
  4. @ilker: doğru tespitler ve fakat bu adamlar yapraklarını da partilerde döküyorlar, üstelik aşklarının pek öyle memnuiyet tanır tarafı yok.

    @haydar: hakikaten yazmışsın hepsini, tebrik ederim :)

    @idil: yok, yeterince amsteryen olamadım daha, satır aralarına dikkat lütfen: hala partinin bitmesine 9, gecenin bitmesine 3-4 saat kala "yeteer" hisiyatıyla ortamlardan ayrılıyorum.
    güneşle ilgili bahsettiğin zavallı teknolojiyi duymamıştım daha önce, ama alkol daha pratik bir çözüm gibi görünüyor hala :)

    @herkes: öpüyorum..

    @herkes:

    YanıtlaSil
  5. canim erayca amterdamyanlik zaten (eklemeye gerek gormemistim. satiraralarini fark etmemek mumkun mu?)

    YanıtlaSil