27 Eyl 2011

Büyüdükçe Büyüyen Çaresizliğimiz



…acı veren bir hareketsizlik içindeydim, diyelim.

But movement leads to obstacles.

Çok birikmiş, ıkınıyorum. Ikınmaların sonucunda ortaya çıkanlar birikmişliğe oranla bir hiç olur çoğu zaman, biliyorum. Bile bile de olsa, lades ladestir; başlıyorum.
Gelmeyen yazdan, geçen yazdan uzun uzadıya bahsetmeyeceğim. Ama gelmeden geçmiş yazlarlı bir şeyler olacak sanki ister istemez. Mesela 3 Temmuz’la başlayan sürecin böyle derin hayal ve şevk kırıklıklarına varacağını kestiremezdim. Oldu. No justice, no peace tepkisi içimde her anlamda büyüdü, ‘adalet yoksa barış da yok’u da aşıp ‘adalet yoksa huzur da yok’a dönüştü. Yetmedi, adalete dair umudun yittiği anlarda salt huzursuzluk oldu; eyleme ve paylaşmaya da dönüşmedikçe mutlak mutsuzluğa evrildi. Dünyanın en hızlı söküleni unvanının açık ara (u)mutsuzluk çorabına ait olduğu gerçeği bir kez daha yüzüme çarptı.
(Geçer gibi yapıyorum) İlkokul yıllarından kitaplarla ilgili beylik bir laf var aklımda: insan klasik bir kitabı üç kez okumalıdır; gençliğinde, orta yaşlarında ve yaşlılığında; ya da bunun gibi bir şey. Şimdi baktım da, ‘gibi bir şey’miş. Sözün aslı Jose Ortega y Gasset’e aitmiş ve Cervantes’in Don Kişot’u için söylemiş: “İnsan onu hayatında üç kez okumalıdır. Kahkahanın kolayca dudaklara fırlayıp duyguları harekete geçireceği gençlikte, mantığın hakim olmaya başladığı orta yaşta, her şeye felsefe açısından bakıldığı ihtiyarlıkta”. Kimin hangi yaşında neyin hakim olduğu mevzusu genellemelere imkan verirliği açısından ziyadesiyle su götürür. Gelgelelim son zamanlarda okuduğum iki kitabın söz konusu şemada tam da ortadaki okunuşa upuygunluğu hissini es geçmem hayli zor.
Söz konusu kitapları hemen söyleyip gevezeliğe öyle devam edeyim. İlki Herman Hesse’nin Glass Bead Game’i, diğeri de Barış Bıçakçı’dan Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Her ikisi de muhtelif fakat çoğun benzer sebeplerle müteessir ve yer yer sağanak geçişli okuma anları yaşattı bana. Bu dokunaklanmalar orta yaş sularının orta yerinde patlayan bir su borusunun eseri mi, yoksa salt eserlerin edebi gücü mü, orasını kendi başıma takdir edebilecek kadar profesyonel bir okur değilim çok şükür. En amatör hislerimle okumayanlara tavsiye ediyorum her ikisini de.*
Belki de çorap söküğü, domino yıkığı ruh halim beni daha hassas yaptı. Algılarım amansız bir perspektif kaymasının istilasına uğramıştı zira. Bu kaymayı şöyle açıklayayım: başımı nereye çevirsem, gördüğüm herhangi bir şeyden, yaşadığımız dünyanın yaşanılmaz, katlanılmaz, kabul edilemez haksızlıkları, çirkinlikleri ve umursamazlıklarına doğru tümevarma refleksim günümün her dakikasına sirayet etmişti. Bir sinemacının izlediği filmden, bir müzisyenin dinlediği müzikten ‘herhangi biri' gibi zevk alamaması; bir psikoloğun etrafındaki insanları potansiyel ‘hastalar’ olarak görmesi (Özge böyle olmadığını söyledi ama olsun) gibi örneklerin ötesinde; bir felsefecinin alelade günlük işleri bile bir varoluş buhranın dönüştürmesi gibi patetik bir noktaya vardığımı düşünür olmuş; hatta varmıştım. (hayır, felsefeci olduğumdan değil ama, ‘-mış’ kısmı biraz kuşkulu). İyi güzel de, kitaplardan, romanlardan açtığım konuyu niye böyle sulandırdım, değil mi? Aslını isterseniz zaten anlatımlarına, karakterlerine, vs girmeye hiç niyetli değilim burada. Arada onları konuşturup, ıkıntılarıma merhem mezesi ederim belki diye düşünüyorum sadece. Deniyorum bak…
Yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu, yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. Yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir.
Philosophizing should be done only with legitimate tools, those of philosophy. Our Game is neither philosophy nor religion; it is a discipline of its own, in character most akin to art. It is an art sui generis.
Ek olarak, yine zihnimde zaman ve kaynak aşımına uğramış bir söz:
Gökyüzünde gördüğüm yıldızların o anda orada olmadığını bilmem, onlardan haz almamı engellemez.
Hani birçok yıldız bizden bilmemkaç ışık yılı uzakta ve dolayısıyla göğe baktığımızda gördüğümüz bir yıldız bilmemkaç yıl önce, belki biz daha çocukken çoktan yok olmuş olabilir ya, hah işte… Bunu bilirsen ve bunu düşünmekten kendini alıkoyamazsan bu hazzını öyle bir engeller ki, şaşar kalırsın. Hele acemi ve çaresiz hissetmene neden olan düşündüğün başka şeyler de varsa ve bunlar yıldızların aslında orada olmadığı ve hatta yıldız diye bir şey olmadığı; varsa da bunun ancak melûn bir dizgenin parçası olarak varolduğu fikrinden kopamıyorsa... Benzer çıkmazda bir iktisatçıysan, ya da daha fenası saplantılı bir Marksist falansan mesela; baktığın her şeyde üretim ilişkilerini, emek sömürüsünü ve sair şeyleri görmez de ne yaparsın… Dahası ve asıl önemlisi, bunları görür de ne yaparsın? İşte bütün mesele bu…
Aldatılmışlık hissi çok kötü bir şeydir ve çok bilen çok yanar, çok yanılır. Azaltmak için HH’nin yukarıdaki cümlesinde ‘Game’ yerine 'to live' koyarak okumak faydalı olabilir. Ama yine de bir şeyi bilmek, öyle yaşamayı becerebilmek anlamına gelmiyor işte; ne çare…Nam-ı diğer, naçar!
Öyleyse, albüme adını veren parça tüm biçareler ve kendini biçare hissedenler için BB'den gelsin:
Tahta kaşıkla tencereyi karıştırırken omzunun üzerinden, yan apartmanın akşam güneşiyle turunculaşmış pencereleri görünüyordu. Mutfağın balkon kapısı açıktı, balkona çıkarken benim burnumu senin alnını gıdıklayan tül perde hafif bir rüzgârla dans ediyor, dışarıda çocukların topluca bir oyuna kalkıştıkları seslerinden anlaşılıyordu. Kaçıp kovalama çığlıkları, alkışlar, arka arkaya bağırılarak sıralanan isimler (…) Mutfak iyice karanlık olmuştu. Ocağın alevi tencerenin altından mavi-beyaz, solgun bir ışık yayıyordu. Sokaktan hâlâ çocuk sesleri geliyordu. Ayakta hareketsiz duruyorduk. Her şey çocukça ve çok keder vericiydi. Aklıma sevdiğim bir romandan bir cümle gelmişti. Kaderin bizi başrole taşıdığı, ikimiz dışında her şeyi cılız bir manzaraya dönüştürdüğü o anda, cümleyi kendimce yeniden kurdum: Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.
Bu çaresizlik alıp başını yürüdüğünde, adeta geri dönülmezcesine sardığında bünyeyi, iki tarafından tırnaklanarak kanatılmamış bir yaşamak mümkün müdür hâlâ? Bilmiyorum (bak akıllandım).
Pişman desem, değilim, bir harmanım bu ara. Yalnız desem, o da değilim. Bazen yalnızsızlıktan mı diye geçirdiğim bile oluyor. Öyle ya da böyle, bugünlerde içimden hiçi hiçime kurduğum sessiz cümlelerde çıldırmak sözcüğünün geçtiğini duyar gibi oluyorum. Öyle olunca da bu kez üçüncü bir kitaptan bir kısım çıkageliyor, bu kez MM'den:
Deli, dostunu bulamayan kimsedir. Yalnızlık, deliliğin hammaddesidir. Bir muhatap bulunca, deliliğin çemberinden çıkarız. Mesela kendimi mum sanıyor olsaydım ve biri de cereyanlar kesilince beni yaksaydı, delilikten yırtardım.
Yok canım, o kadar da değil, diyorum kendime. Ama bunu daha kuvvetli söyleyebilmeye ihtiyacım var. Hemen ardından geçen sene Beril ve Aylin’le bir kitapçıda gördüğümüz acı-komikli kartpostal ve üzerindeki cümle düşüyor aklıma.
Between me and insanity stand my friends

Sağolsunlar, oradalar da, ‘insanity’ üçlü dizilişte bir adım öne fırlamak için fırsat kolluyor sanki. Ay, güneş ve dünyanın aralarındaki karanlıklı oyunları düşünün: İnsan tutulması karanlığı, isli camlarla seyredilip keyif alınacak bir şey olmasa gerek. Aa, ama Güneş de bir yıldız nihayetinde, değil mi?
Çıldırmak ve yalnızlık deyince, daha önce burada tam metnini paylaştığım konuşmasındaki sözleri geliyor Ünal Hoca’nın, Ulus için söylediği:
Seçkin yalnızlık kolaylıkla acılı yalnızlığa dönüşebilir… Çünkü seçkin yalnızlığın içinde ne kadar zahmet çekerse çeksin insan, eğer bunu birileriyle paylaşmazsa, bir duygu ve söz cemaatiyle bunu paylaşmazsa, sözleri orada dolaşıma girmezse, çıldırabilir.
Bunu üzerine bir merakla açıp ‘seçkin yalnızlık’ tarifine bakayım diyorum. Acaba bu belli bir zata ait olan, üzerine derli toplu kelamlar ettiği bir tabir mi diye. Ekşisözlük’ten tek maddelik bir sayfa çıkıyor karşıma, yine Ünal Hoca'dan bir alıntı; daha fazla kurcalamaya elim varmıyor:
her alanda hakiki bir ‘yaratı’nın gerçekleşmesi için ‘olmazsa olmaz’.
'seçkin yalnızlık' denen şeyi gerçekten ‘seçkin’ kılan en önemli özellik, onun kendi özgezamanını (“zaman olmayan zaman”), dolayısıyla da “yaratma” olanağını nerdeyse bir “oyunsuluk” coşkusuna da yol açarak üretiyor olmasıdır...

Sahi, dışarıdan sesi gelen çocukların çaresizlikten mustarip olmadığını nereden çıkarıyoruz?
Şu anda ölmekte olan bir yıldıza bizim yaşımıza geldiklerinde bakabilme ihtimallerinden mi?
Sanmam.






* BBÇ'yi okuyanların ve/veya filmi izleyenlerin daha çok olduğunu tahmin ediyorum. Ben filmi görmedim henüz, aman aman bir niyetim de yok açıkçası. Her ikisini de yapmamış olanlar için her ihtimale karşı önce kitabı tavsiye etmiş olayım. GBG'nin Türkçesi Kamuran Şipal çevirisiyle Boncuk Oyunu olarak yayınlanmış. Neymiş ne değilmiş fikir edinmek isteyenler için wiki ve ekşi sayfaları bir tık ötenizde. Radikelden kısa bir tanıtım yazısı ve kitaba konu olan hayali oyuna vakfedilmiş şu site de müessesemizin ikramı. İlginizi çekerse bir okuyun, daha sonra ayrıca konuşalım kitaplar üzerine. Şimdi burada kendi kendime atıp tutmayayım ben.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder