20 Mar 2011

Godot gelmedi, biz gidelim...

Eliot’lu aranağmeyi saymazsak dört ay oldu yazmayalı. Bu geçen zamanın dökümünü olup bitenler üzerinden yapmaya niyetim yok bu kez. Arada elbette onlarca yazılası anlar, fikirler geldi, hatta kimileri kafamda çalakalem yazıldı, ama öyle ya da böyle kelimeye dökülme fırsatı bulamadılar ve yazılamadan ecelleriyle uzaklaşıp gittiler. Arkalarından yas tutacak değilim. En beylik avuntum da, vakti geldiğinde – eğer gerçekten gelirse – bir şekilde tekrar çıkıp geleceklerine dair inancım.

Şimdi yazacaklarım ise yine geçen zaman zarfında yaşananlar arasından süzülüp gelen üç adet iki vakit evveller. (Düzeltme: yazım esnasında son ikisi düşmüş, bir adet vakt-i evvel kalmıştır – buna ne kadar ‘bir’ denebilirse…)

Başlıyorum.

Bundan tam iki ay önce, sıradan bir iş gününün sabahında, bilgisayar başında aldım haberi: Ünal Nalbantoğlu da gitmişti. “Da”nın müsebbibi, hem onca farklılıklarına rağmen birçok kişinin zihninde birlikte anılmaları, hem de üniversite hayatım boyunca Ünal hocayla birlikte bende iz bırakmış olan iki insandan biri olması sebebiyle, Ulus Baker. Ulus’un 2007’deki ölüm haberini aldığımda neler hissettiğimi anlatmaya yeltenecek değilim. Kendime bile anlatmış değilim zira, hatta böyle bir gereksinim duyduğumdan bile şüpheliyim. Tek bildiğim yoğun bir eksilme duygusuna kapıldığım, biraz da öfkelendiğim – yokluğu varlığından daha hayırlı olabilecek onca insan varken ölümün niye onu erkenden buluverdiği yollu. Ünal hoca için de aşağı yukarı böyle şeyler hissettim sanırım. Eksildim, eksildik, eksilttiler. Ya da belki zaten fazlaydılar, bilmiyorum. Fakat şurası bir gerçek ki, onlara dair bir şey yazmak gibi bir niyetim oluşmadı uzun süre, ta ki bu ihtiyaç aradan geçen zamanda iyiden iyiye kendini hissettirene kadar. Yazmaya da henüz birkaç gün önce karar vermiş olmalıyım.

İkisiyle olan kişisel tarihimin; yakınlık (ya da uzaklık) derecemin bana ne denli onlar üzerine yazma hakkı verdiği su götürür. Ama yazıyorum işte, çünkü inandığım bir şey var: rezonans. Salt bir inançsa bile bu, pek kıymetli buluyorum diyeyim.

Önce Ünal hocanın Ulus’un ardından yaptığı o eşsiz konuşma. İzlediğimde ilk fark ettiğim şey, ziyadesiyle gelgitli ilişkilerine rağmen iki insanın farklı perdelerde de olsa belli bir rezonansla düşünmüş/hissetmiş olmasının kutsallığı oldu. Bir de, içten içe, Ünal hocanın kendi vedasının ardından nasıl bir perspektiften anılmak istediğine dair belli belirsiz bir ipucu verme refleksi. Aslında bu Ünal hocanın konuşması değil. Onun aracılığıyla dostluğun, yaşamın ve ölümün fısıltılarından, Ulus’un, Heidegger’in ve Aristoteles’in seslerinden derlenmiş bir beste. Zaten benim gözümde hep orkestral besteler yapan bir kompozitördü Ünal hoca. Ölçülü, ahengi ve armonisi hesaplı, her bir notasının, her bir esinin amacı belli; özündeki zanaatkârlığı her daim öne çıkaran eserlerin, icraların adamı.

İşte o konuşmanın metni:


Meseleyi sadece biyografiye indirgemeksizin, dünyayla olan derdimizle ilgili, Ulus’un vesile olduğu dertle ilgili bir miktar zamanınızı almak istiyorum. Onun için en sona yakın söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Aristoteles üzerine bir derste, bildik bir Alman düşünürü onun için şöyle der: Aristoteles yaşadı, çalıştı ve öldü; gerisi önemsizdir. Bizim karşımızda duran Aristoteles, Heidegger, Gadamer veya Ulus Baker artık bir yazıdır. Fakat yazı olmanın bize getirdiği ciddi bir problem vardır. Bunu birazdan ele almak istiyorum, sabrınızı taşırmadan.

Ulus, Heidegger’in dediği gibi, taş gibi unufak olmadı, çünkü taşın dünyası yoktur. Bizden farklı olan hayvanlar gibi, Ulus’un bedeni, üzerinde anlaştığımız biçimiyle ‘telef’ de olmadı. Çünkü hayvanların dünyası yarım, belki yarımdan da azdır bilindiği gibi. Ama Ulus öldü. Ölmek insana yaraşır bir şey. Ölmeyi tek tasavvur edebilen, üzerinde konuşabilen hayvan türü biziz. İster doğal dillerde olsun, ister doğal dillerin arasında dolaşan ve o diller içinde karşılık bulan yapay dillerde olsun, biz dünyalar kurarız. Ve o dil dünyalarda yaşadığımız için, onun içine doğduğumuz, onun içinde sosyalize olduğumuz için, onun içinde de ölürüz. Hayvanlar ölmez, telef olur; ama biz hayvanlar ölürüz. Ulus da bu dil dünyanın bir ustası olarak öldü. Bu ölüm konusuna en sonda tekrar döneceğim. Ve bir gam kederle değil.

Hepimiz, bildiğiniz gibi, kendimiz tarafından ve başkaları tarafından biz hakkında ürettikleri öykülerin kesişme noktalarıyızdır. Bunun içine bir yığın efsane girer. O kişileri yüceltiriz, yerin dibine batırırız, ama çoğu zaman bu, o benlik, o kimlik, o kişilik hakkında pek doğru bir şey söylemez. Ben de doğru bir şey söyleyebileceğime pek inanmıyorum. Ulus da bu senaryoların kesişme noktasında oluşan bir kişiydi. Sanırım bu nokta, aşağıda kısaca üzerinde duracağım ve kendimce Ulus’la ilgili önemli gördüğüm cepheler aydınlığa çıktıkça biraz daha belirginleşecektir. Onun için ben birkaç noktayı şöyle özetleyebilirim: Birincisi, bilgi-belge konusu; belgelerin üzerinden nasıl bilgi ürettiği. İkincisi, kişiler-arasılık ve dostluk konusu. Özellikle onunla yakın mesaide bulunmuş, danışmanlığını yapmış bir hocası olarak bu benim için çok önemli. Üçüncüsü, düşünce, söz ve yazı… Ve son olarak, ölümü…

Ulus’un en önemli yetilerinden birisi, yaşamın kaba düzyazısındaki gizli şiiri, düzyazının şiirinde dışavurabilmesidir. Bu o kadar önemlidir ki benim gözümde, ne okuduysam Ulus’tan, yaşamın içindeki kaba, ham düzyazıyı bir şair, bir ozan kadar – ki biliyorsunuz düzyazı da şiirdir – iyi oluşturduğunu, dans ettirdiğini gördüm. Bunun çok belirgin, özellikle üzerinde duracağım bir örneği, onun internette de bulunan ‘İgnoramus = Bilmiyoruz / Bilinçdışının bir Eleştirisine Doğru’ yazısıdır. Orada sadece kendisine özgülükle saptadığı sözcükler değil – örneğin Oedipus emperyalizmi yahut akademik kolonyalizm-sonrası, psikanalizin iktidarlara hizmet edişiyle verdiği zarar gibi sözcükleri değil, aramızda konuştuğumuz için bildiğim, Needham’ın mesela Batı düşüncesinin kafatası içine kapanıklığı sözcüklerini de bulabilirsiniz. Önce uluslar arası düzeyde, SSCI’e itibar eden dergilerde yayımlanmak için fazlasıyla uzun, Ulus’un özensizliklerini gösterdiği için yer yer Türkçe’de çok ilginç… Çünkü Ulus bir bilinç akışıyla yazmaya başladığı zaman meselenin sübstansına girer, cümle gereği bazı yerler düşük mü, fazla aldırmazdı. O yazıya bakarsanız Toplum ve Bilim dergisinin 70. sayısında, psikanalizin sorgulanmasını da, ki psikanalizi de sorgulamamız gerekir çok ciddi biçimde, göreceksinizdir. Sadece onun özgün, benim de paylaştığım bir sezgisini – sezgi konusuna geleceğiz – şu cümlesinde bulabiliriz. (Özellikle benim ve diğer hocalarımızın neslinin bildiği bir dönemde, Marx ile Freud’u yaklaştırma çabası çok eskiydi düşüncede. Bunun yanlış olduğuna, belki Marksçılığın içinde sonradan pozitivizm olarak belirlenecek bir hatanın, psikanalizin içinde de katı bir pozitivizmin bulunduğuna geç de olsa erdik.) Kendisi şöyle diyor: “Marx ile Freud arasında evliliği, kuramlardan birinin ihmal ettiğini diğeriyle doldurarak kurtarmaya çalışmak boşunadır.” Sonuna dek paylaşacağım bir cümle, bir yargı.

Biz Ulus’un dünyayla olan kuramsal derdini – kişisel demiyorum, onun için psikolojikleştirmeyelim lütfen – ve kendine özgülüğünü, henüz layık olduğu biçimde anlayarak değerlendirmeye başlamadık, kanımca. Acaba, balık hafızalı modernler olarak, bu anma günleri geçtikten sonra da girişecek miyiz, çok da emin değilim. Ulus’un Marx’tan alıp kullandığı önemli bir sözcükle şunu söylememe izin verin, aslında bu öykü, de ta fabula narratur sözcüğüyle ilgilidir – anlatılan senin hikâyendir, bizim hikâyemizdir.

Gelelim ikinci noktaya. Dostluğa. Sonunda dostluğun varacağı bir nokta vardır, o da varoluşun siyasetidir. Ulus’un bunun çok iyi bildiğini ben biliyorum. Bildiğiniz gibi ünlü Nikomakos’a etiğinde dostluk için gerekli üç şeyden söz eder Aristoteles öğrencilerine. Bir, işe yararlılık. Bu daha çok gençler arasında olan bir şeydir. Genç kalmanın sahtekârlığını yapan ileri endüstrili enformasyon düzeyine geçmiş ve çocuk kaldığı iddia edilen bol psikoterapistli toplumlarda bu işe yararlık çok egemendir, kalıcı olmamasına rağmen. Onun için dostluk kalıcılığını çok çabuk yitirir. Aristoteles bunu çok güzel saptamıştır Atina toplumu ve diğer Yunan devletleri için. İşe yararlık, yaşlılık ve orta yaşlılığı daha da fazla mutlu eder. Yaşlı olan insanlar artık şüphecidirler, kuşkuyla bakarlar dünyaya. Onun için kolay kolay dostluk kuramazlar ve dostluk kurmaları genellikle işe yararlık üzerinden olur. Zaman zaman Ulus’un buna girip çıktığını gördüm ben. Hepimiz girip çıkıyoruz. İkincisi haz, çok önemli bir şey. Dostlar birlikte olmaktan haz duymaktadırlar. Gerçek bir dostlukta, bir yemekte, ilişkiyi paylaşmakta, bir konuyu tartışmakta, bir kitabı okumakta, şiir okumakta birbirlerine, mutlaka bir haz vardır. Dostluğun önemli bir momentidir haz. Ama o da çok kalıcı olmayabilir. Bunu da ben Ulus’ta, o hazzın gelip gittiğini, bazen işkenceye dönüştüğünü – muhtemelen onun açısından da öyleydi – müşahede etmişimdir. Ama ideal dostluk diye bir şey vardır ki hiçbirimizin gerçekleştiremediği fakat kutup yıldızı gibi yönümüzü tayin ettiğimiz bir momenttir. O da şudur: İdeal dostluk, der Aristoteles, iyi üzerine kuruludur. Ancak bu dostluk kalıcılık taşır. Bu anlamda her birimizin Ulus’la olan dostluğunun bir şekilde ideale çok yaklaştığını, en azından kendim için söyleyebilirim. Çünkü dostun iyiliğini gerçekten ister dost. Herkes hem kendinde iyidir mutlak anlamda, hem de dostu için iyidir, der Aristoteles. Bu kolay değil. Ben bunu başarabilen biri değilim. Ama ben de yakın geçmişte yenmeye çalıştığım ciddi bir rahatsızlık geçirip hastanede yatarken, Ulus’un, sezmekle birlikte ölüme gittiğini, kendisinin beni çok aradığını biliyorum. Dost olarak aramıştır beni, hem de bir kere iki kere değil. Ardından birçok kişiye de tembih etmiştir. İşte dostluğun üzerine bunları söyledik ama hep ‘biz’i yapan Aristoteles’te bir şey zerinde durmadık, o da belki gizli dördüncü momenttir: hiçbir şey zorla olmaz. Dostluk da zorla olmaz. Daima bunun, onun deyimiyle phiein, doğası gereği, doğa olarak gelişmesi gerekir dostluğun. Bir anlam kazanması, bir kalıcılık edinmesi için… Peki bunu nasıl gerçekleştirebiliriz? Ben sanıyorum ki Ulus’la olan dostluğumuzda, zaman zaman çok zımpara gibi oldu, çok bıktırıcı oldu, çok yorucu oldu, kendisiyle ortak bir derde bakabildik. Çünkü dostluğun içindeki mesele sadece hastayken birbirine yararlı olmak değil, bunlar gelip geçici öyküler bence. Ama dışımızdaki bir üçüncüye bakabiliyor muyuz ve bu zorlamasız oluyor mu? Esas nokta buradadır. Çoğu zaman böyle bir şey oldu veya olmadı demekten çok, bu soru doğru mudur? Belki de doğru bir soru değildir. Ama şunu biliyorum, Ulus’la ben ortak iş çıkaramadık. Uğraştık da… O da authentically istedi. Mesela Herklitos fragmanlarını Türkiye köylü lisanıyla çevirmek istedik. “Merkep neylesin altını, saman dururken,” sözün gelişi. Veya konuşurken, ünlü “Zaman dama oynayan bir çocuktur, egemenlik işte o çocuğundur” lafını, tam Türkçemize nasıl oturtabiliriz diye, orada beni uyandıran bir şey Ulus’un engin Yunanca bilgisiydi. Aslında aşık kemiği atmaktan bahsediyordu. Hani aşık kemiği oynar ya köylü çocukları. Herhalde Efesli çocukları gözlemekten, kendisi de oynadığı için Heraklitos… Biz onu Ulus’un ‘büyük’ esprisiyle şöyle bağlamıştık: Zaman aşık atan bir velettir, hakimiyet veledindir. Ama bunlar böyle kaldı, sürdüremedik. Keşke bütün o fragmanları çevirebilseydik bu dilde, bu minval üzere. Ayrıca şunu da söyleyeyim, yalnızca ortak konularda değil, kendi de başlamaya söz verdiği birçok şeyin ardını getiremedi. Nedendir bilmiyorum, bu benim için her zaman onun Psyche’siyle, ruhuyla ilgili bir bilmecedir. O, bir biçimde o şeyler gündemden çabucak düştü, der. Mesela Jean-Pierre Faye’ın, kendisinin çok değer verdiği Langages Totalitaires isimli kitabını çevirmeye başlamıştı. Hatta ilk sayfalarının yazıcıdan çıkmış kopyası ben taşınmadan önce bir yerlerde duruyordu, umarım hala duruyordur. Yalnız şunu biliyorum, Ulus her zaman kronolojik zamanı reddetmiştir. Yani kendi özgür zamanını yaratmıştır. Bu başkaları için zaman zaman işkence de olmuştur. Elisabeth hoca hatırlayacaktır, kağıt stoğumuzun çok az olduğu günlerde Ulus’a master tezini yazdırmak bir işkenceydi zaten, ben koridorlarda bağırıp çağıran bir kötü adama dönüşmüştüm ama başında durmak zorundaydık. Ve ben, kendisi büyük bir rehavetle sigarayı yakıp da başkanlık odasında anlatmaya başladığında sabrım bir anda tükenmişti. “Yeter, sana sadece on beş dakika… On beş dakikada kendini ifade et.” Tabii on beş dakikada Ulus kendini ifade etmedi. Benim orada geçirdiğim bunalımı takdir edersiniz. Bu özgür zamana döneceğim tekrar.

Ulus’un, burası önemli, daha çok bir söz ustası, içinde öldüğü dil dünyanın bir söz ustası olduğu düşüncesindeyim. Steiner’ın yargısını neredeyse doğrularcasına, yazıdan çok sözün akışında var oluruz, der Ulus. Doğal bir diyalog kurabileceği insanları bulduğu anda, burada yaratıcılığın üst noktalarına çıkardı, karşılıklı da çıkılırdı. Gene de, seçkin yalnızlığın acımasız hazzını yaşıyor muydu Ulus, her zaman düşünmüşümdür. Seçkin yalnızlık kolaylıkla acılı yalnızlığa dönüşebilir. Zaman zaman onu da gözlemlediğimi itiraf ediyorum. Bizim kaygımız, dolayısıyla, şurada yatıyor bence Ulus’la ilgili olarak. Artık biz onun kendisiyle değil, yazılarıyla söyleşebileceğiz. Bunun getirdiği çok büyük bir sorun var önümüzde. Sözde olduğu gibi olmayacak hiçbir şey. Çünkü yazı, söylemi her zaman tutuklar, hapse atar. Yazılı metinler düşünceyi mermer bir abideye dönüştürürler. Velev ki kitap bir abide olsun. Ama sözün akıcılığı, onun yaratıcı hataları, içine düşülen çukurlar, karşıdakinin “yok, öyle değil ama” deyişi[nden yoksundur]. (Bu arada gülmek de onun içinde. Bizim aramızda her zaman bir gülme, bir dalga geçme; kendimizle en başta dalga geçme vardı.) Yazı ne denli güzel olursa olsun, bellek hanımın zanaatlarını felce uğratır, atropiye düşürür, der Steiner. Ulus belki de herkesten daha kolay geri dönebileceği okula, belki de bu nedenle sırt çevirip arada dolaşmayı seçti. Hafızayı deterjanlayan bugünün okul sistemi, sadece üniversiteden söz etmiyorum, ona pek uymadı galiba. Ama gene de neden gitti İstanbul’a, başka üniversitelerde ders vermeyi, seminer vermeyi tercih etti? Onu şöyle açıklayabileceğimi sanıyorum: kendisi söze her zaman öncelik tanıdı. Çünkü seçkin yalnızlığın içinde ne kadar zahmet çekerse çeksin insan, eğer bunu birileriyle paylaşmazsa, bir duygu ve söz cemaatiyle bunu paylaşmazsa, sözleri orada dolaşıma girmezse, çıldırabilir. Çok tehlikeli bir konu – sözün dolaştığı bir cemaat... Bu cemaati kurmak için belki de Sappho’nun Kıbrıslı kız Aphrodite için söylediği ‘Kıbrıslı düzenbaz kız’ rolüne bile soyunmuş olabilir. Zaten Homeros’un alegorsi de vardır İlyada’da: Aklı başında kişinin bile aklını çelen, baştan çıkarıcı kemeri Afrodit’in bu, der. Belki de o kemeri bir anlamda bu Kıbrıslı delikanlı takmış ve böylece birçok insanı dünyayla olan ortak derdimize doğru iğfal etmiştir.

Kendisine öte yandan empoze edildiğini, zorlama olduğunu algıladığı her şeyi, o şey yararına bile olsa, bir şekilde yapmaktan kaçtığını biliyoruz. Bu konuda bir becerisi yok. Benim hep yanlış anladığım bir şey var. Ben insanların konuşa konuşa ortak bir noktaya varabileceğine inanıyorum hep. Belki bu çok büyük bir yanılgı. Rasyonel, ussal şeyler yapabileceğimize inanıyorum hep. Ulus’ta bunun işlemediğini gördüm. Bu bizi belki de çok önemli bir yere getirecek. Ulus’un, doğal diyalog kurabileceği insanlar bulduğunda dahi, burada inatla bazı şeylerden vazgeçmediğini, kendi zararına da olsa inatla sürdürdüğünü gördük. Bu bir anlamda aydınlanma diyalektiğinin kişi düzeyindeki en tipik örneğine dönüştürüyor Ulus’u. Bir yandan, sevgili arkadaşı – belki de doktora tezinin yazılmasında en büyük etken olan – Harun Abuşoğlu’nun bir teşhisiyle, formüllerle düşüncede akıp giden, ya da şöyle diyelim, formüllerle us yürüten bir kişi. Aynı zamanda da duygulara sezgiyi ek getiren, taşıyan – neredeyse bedensel bir sezgi, düşünülen bir şey halinde değil, beden canı sezgisi – böylece de kendi zamanını yaratan, yöneten ve aktaran bir kişiydi. Sabır gerektiren bir kişiydi. Ben o sabrı pek gösteremedim. Bunun, benim gibi boş zamanın karşısına özgür zaman diken çalışmaları olan biri için bile, ne denli büyük bir baskı ve sabırsızlık yarattığını itiraf ediyorum huzurunuzda.

Son olarak, gelelim majesteleri ölüme… Ölüm sorusu ayağını sürükleyen, sürdüren, patinaj yapan bir sorudur; hep de öyle kalmıştır. Kendisi majesteleri ölümle buluşmadan önce son günleri nasıldı bilmiyorum, onu arkadaşları bize anlatsınlar. Ama İstanbul’a gitmeye karar verdiğini duyduğum zaman, içimdeki sezgiyi söyleyeyim, bu işin sonlanacağı hissi beni kaplamıştı. Ne zaman olacağını bilmiyordum ama olacaktı. Kendisinin, Stoacılar gibi nihaî ama tam bir oruç olmasa da özgürce bir seçişle, Stoik bir tutumla intihar ettiğini düşünüyorum. Yavaş bir ölüm bunun getirdiği… Ve bu, altını çizmek isterim, özgür bir seçişti. Ulus bunu seçmiştir. Bundan ötürü suçlanacak değildir, bundan ötürü ağlayacak değiliz. Muamma şudur: “kendimize karanlığızdır.” Biz en başta kendimize karanlığızdır. Sanıyorum Ulus da kendine karanlıktı. Bedeniyle, canıyla kendisine karanlıktı. Son sıralarında belki bu Stoik intihara giriştiğinde, bir süre sonra ne yaptığını hissetmeyecek kadar uyuşmuştu. Bu soruyu sormadı bile. İşte bu bizi şu muammayla da karşı karşıya getiriyor; Ulus taş gibi unufak olmadı, öteki hayvanlar gibi telef olmadı; öldü. Ölüm bir soruysa eğer, ölümün kavranamazlığı üzerine çok gitmemiz gerekmiyor. Neden? Çünkü yaşamın öte yüzü olan ölümün kavranamaz oluşu, yaşamın en yüce utkusudur da ondan.

Üç momentten bahsediyor ya Ünal hoca, artık kendisi de o üç köşeli uçuruma açıldığına göre hem kendisi hem de Ulus hakkında üçgen gevezelikler etmekten alamıyorum kendimi. (Bu satırları yazarken beklemediğim denli ağır bir hava çöktü üzerime, biraz da bunu dağıtmak için, izninizle...)

Ulus’un en kendine has yanı, belki de yaşamak, çalışmak ve ölmek momentleri arasındaki sınırların hepten kaybolduğu bir yaşam sürmesi oldu. Ya da bu sınırları yok sayarcasına yaşadı diyelim. Böyle bakılınca, onun müziği daha çok bir tür serbest-caz gibi çalınmıştır kulaklarıma: doğaçlamanın tüm imkânlarını özgürce kullanan, ufacık bir temayı bile içinde kaybolurcasına çeşitleyebilen, ama etrafında döndüğü letimotiv (biraz kulak verebilirseniz) neden sonra sezilen. Öyle çeşitli; bir o kadar da yekpare. Fakat yine de zihnime kazınmış üç andan söz edebilirim ona dair (ki bazı ‘an’ların, tüm bir tarihten ve hikâyelerden daha yoğun, daha değerli, daha özel olabileceğini sıklıkla kendisi de söylerdi):

İlki, sık sık “ölümü düşünün” deyişi. Bahsettiği muhtelif konuların arasında, o muzip dil ve zihin maharetleriyle yaptığı enfes geçişlerin bir kısmı, incecik patikalardan hep bu kapıya çıkardı: “ölümü düşünün.” Ama cümlenin anlamına ve ilk etkisine inat, bulutları düşünün, elmaları düşünün der gibi; orada gerçekten tefekküre değer bir alan olduğuna hiç zorlamasız ikna eden bir edayla...

İkincisi, içtiği sigaranın ucunda zamana, ama en çok da yer çekimine meydan okurcasına uzayıp giden kül… Hala ne zaman sigaramın külü bir parmağı geçse, o gelir aklıma.

Üçüncüsü, ufka bakış sessizliği. Çoğu zaman sınıfta sorduğu bir soruyu takip eden sessizlikte, pencereye dönüp dünyaya yönelttiği o nesnesiz bakışlar...

Düşünüyorum da, bu sıraladığım üç an belki de tek bir anın parçaları. Artık hangi sırayla, hangi iç içelikle tasavvur edileceklerse.


16 Germen eyaletinin Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan ayrılıp Ren Konfederasyonunu kurduğu, Sovyetler Birliği ile Litvanya arasında imzalanan barış anlaşması ile Sovyetler’in bağımsız Litvanya’yı tanıdığı, Norveç’li besteci Geirr Tveitt’in ahşap evinde çıkan yangında eserlerinin tamamına yakınının kül olduğu, Rus Filozof Nikolay Çernişevski, Fransız şair Max Jacob ve Şilili şair Pablo Neruda’nın doğduğu, Erasmus’un öldüğü gün öldü Ulus Baker.

Hasan Ünal Nalbantoğlu’nın ölümünün gündaşları arasında ise, Goethe’nin Faust’unun ilk kez sahnelenmesi, Küba’nın İsrail’i resmen tanıması, Almanya’da son Vosvos’un üretilmesi, bilinen ilk bilgisayar virüsünün tedavüle girmesi, Hrant’ın vurulması ve Edgar Allan Poe’nun doğması vardı.

Ve bunların hiçbiri tesadüf değildi.



"Godot gelmedi, biz gidelim"

İkisi de hareketsiz kalır,
ama giderler. Sahne kararmaz,
bekleyiş devam eder,
kaldığı yerden.



* Yukarıda geçen konuşmanın videosu için: http://vimeo.com/15133196
* Ünal Nalbantoğlu'nun bazı yazılarına şuradan ulaşılabilir.
* Ulus Baker'in birçok yazısı ise şu adreste: http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?ulus_baker

10 Mar 2011

Bir Yerden Başlamak için, Yeniden..





"Keşfe devam, keşfe devam
Bütün keşiflerimizin sonu
Başladığımız yere varmak olacak
Ve ilk kez anlamak orayı.
Anısı paslı, meçhul kapının ardında
Uzanan son bakir toprak parçası
İşte başladığımız yer;
En uzun akarsunun kaynağında
O gizli çağlayanın sesi
Ve elma ağaçlarında çocukların
Bilinmez, aranmadı ki
Ama işitilir sükûnunda, belli belirsiz
İki dalgası arasında, denizin."


"We shall not cease from exploration
And the end of all our exploring
Will be to arrive where we started
And know the place for the first time.
Through the unknown, unremembered gate
When the last of earth left to discover
Is that which was the beginning;
At the source of the longest river
The voice of the hidden waterfall
And the children in the apple-tree
Not known, because not looked for
But heard, half-heard, in the stillness
Between two waves of the sea."

(T.S. Eliot, Four Quartets, Quartet No.4: Little Gidding)