12 Kas 2010

Sınırlar Sınırlar mı?

Her şey 29 Eylül’de Aylin’in yaz sonrası dönüşü ardından gönderdiği ilk mesajla başladı. Şöyle bitiyordu: “Cuma günü Chantal Mouffe’un söyleşisine gitmeyi düşünüyorum. Haydi gel beraber gidelim!”

‘Hmm, neyin nesi kimin fesiydi bu Chantal Mouffe? İsim tanıdık geliyor ama yazdıklarından tek bir satır bile okumadığımdan neredeyse eminim. Bir bakalım, derdi meramı kabaca buymuş, söz konusu söyleşi de bu. Yurttaşlık, demokrasi ve çoğulculuk. Sıkıcı sanki. İyi de neciymiş bu kadın, derdi neymiş, azıcık karıştırayım. Bla bla bla.. Antagonistik demokrasi değil agonistik demokrasi, peki.’

Olmazsa olmaz bir karasızlık ve son ana kadar gidip gitmeyeceğimi bilmezlik halinin ardından, rezervasyon yapmakta geç kaldığım için yer bulabileceğimden bile emin olmadan gittim, gittik. Bir başlayıp bir duran yağmur, aynı esnada devam ettiğini ve hatta büyüdüğünü öğrendiğimiz Spui eylemi, etkinlik mekânının akademik şaşaası, Estonya’dan alınmış Rimbaud küpeleri gibi gecenin ruh haline dair ipuçları taşıdığı muhakkak ve fakat bir o kadar gereksiz detaylara hiç girmiyorum. Neyse ki ‘bilet’ buldum, içeri girip yerlerimizi aldık. Madame Mouffe konuşmaya başladı. Beklentilerimin aksine, bir İngiliz üniversitesinde müstahdem olmasından ziyade, Belçika kökenli kültürel aradakalmışlıklı bir yurttaş olması hakimdi konuştuğu İngilizce’de. Takibi hayli zordu. Öte yandan cuma iş çıkışı kafasını zorlayıp kulak kesildikçe, harcadığım çabaya pişman olmamak için zor tutuyordum kendimi. Antagonistik değil, evet; illa ki konsensüs amaçlı diyalog da değil, peki; varılacak sonuçtan çok gruplar/taraflar arası çekişmenin, adeta bir müsabaka sürecinin kendisinin değerli olduğu oyuncul bir demokrasi tasavvuru, eyvallah. (Keşke dinlerken not aldığım sayfanın nerede olduğunu bulabilsem şu anda, ama zor, kalkışmayacağım.) Ve tüm bunların düğümlenip, zurnanın zırt diyeceği noktalara gelindiğinde yusyuvarlak kavramlarla bağlayıvermeler. Ne anladım ben bu işten? Zaten ne dediğin de anlaşılmıyor M. Mouffe, bir de hitabetin pek kötü. Çattık valla. Neyse, gereksiz uzatmaları kesiyorum, zira derdim meramını zerre bilmediğim bir ‘düşünür’ ve onun kuramları hakkında ahkam kesmek değil. Gördüğüm bu şaşkınlıksız hayalkırıklığının düşündürdükleri daha çok. Mesela bu kadının bu kadar tanınan ve kıymet verilen bir akademisyen olabiliyor olmasını ancak iki şeyin açıklayabileceğini düşündüm: bir, o akşamki günlük kötü performansı; iki, yazma konusunda muhteşem yeteneklerle donatılmış olabileceği. Neyse, düşündürdüklerinden kastım bunlar da değil. Beynimin altındaki kavram baklası: “sınır.”

Sınırına götürülmeden bırakıldıkta, bir düşüncenin ya da (yusyuvarlayarak) söylemin nasıl yavan geldiği, kaldığı. Ne ki sınırlara taşıma çabasının, sınırlarda sorgulama ve açımlama sevdasının, en nihayetinde, beyhudeliği. Hadi o kadar kötümser perdeden konuşmayayım, değer miliği.

Mouffe’tan günler sonra aklıma düşen bir cümle: değişim, sınırlarda ısrardandır. Tıpkı (sadece kafiye olsun diye değil) sükutun ikrardan olduğu gibi. Değişim ne kadar karşılıyor aklımdakini çok da emin değilim. Hareket mi demeliydim yoksa, ya da devinim falan mı? belki de… Yolda yürümek mesela, adım atmak, en basitinden, ayağının yerle teması sırasındaki sürtünme sınırında ısrar etmekten başka bir şey midir? Ya da bir yudum şarap içebilmek: suyun kohezyon kuvvetini aşmakta ısrar edip onu akışkanlaştıracak kadar zorlamak. Biliyorum, kulağa çok mühendisyen geliyor, ya da 'if you like' Hegelyen. Ama derdim o da değil.

Başa sarıyorum, aslında her şey yukarıda zikrettiğim tarihten altı gün evvel başlamış, ben bunu daha sonra fark etmişim. Zaten bir şeyin ne zaman başladığı ancak başlangıcın üstüne onu başlangıç yapacak başka bir şey olmasından sonra ortaya çıkmaz mı? Antrparantez: Geçenlerde saymaya sıfırdan başlamakta ısrar eden kimdi? Yo, hatırladım. Sıfırdan başlamak değil, sıfıra kadar geri saymaktı o, kontak oynarken, tabii ki Beril… Antrparantez sonu. Çıkar. İşte bu sebepten, saymak (üç diyenlerin de kendince haklı yanları olduğunu kabul etmekle birlikte) ikiyle başlar. Bire geri dönersek, sınırlar mefhumunda… ne diyordum, altı gün önce. Evet, tarih 23 Eylül, bir konser. Meşhur pinpon mekanımız Overtoom 301’in sitesinden haberdar olup merak ettiğim, sonra da fırsat bulup kulak vermeye gittiğim bir “deneysel-caz” konseri. Konser demeye pek çok şahit isterdi aslında, malum konser dediğin, etimo sebeplerle bir kalabalık toplaşma gerektirir. Oysa bu iventimizde, hepi topu 5-10 kişi dinleyici rolüne soyunmuştu. Elbette mesele bu da değil, bunlar hep kandaki alkolün yol açtığı laf kalabalıkları. Bu safsata kısımları için, bir şarkı ismini anmam gerekirse, binlerce özür.

‘Konser’ iki kısımdan oluşuyor. Önce Alamanyalı bir kontrbasçı abimizin tek kişilik performansı, sonrasında da nispeten tıfıl iki arkadaşın (bir bas bir sampler) elktro-deneysel takılmaları. Merak edenler için, ki etmiyorsanız daha fazla okumasanız da olur, etkinliğin resmisi şu:



İlk abimiz Sebastian Gramss, ikinci düomuz da Ballrogg. (Evet, isimlerin sonlarındaki çift sessiz ısrarı hayli Beckettvârî – salt tesadüf mü? Bir şey demiyorum.)

Gramss’ın performansı, kontrbasını yayı ve elleri vasıtasıyla mıncıklamak, dürtüklemek, tıkırdatmak ve pek nadiren gıcırdatmaktan ibaretti. Dolayısıyla deneyselliği tamam da, caz ve hatta müzik olduğu su götürürdü. Fakat gelin görün ki beyni tahrik edici, kulak verdirtici bir yanı vardı. Tıfıl biraderler ise, karşılaştırıldığında, deneysel ‘müzik’ yapıyorlardı gerçekten. Ama olmuyordu, olmuyordu. İkinci kısım sırasında sıkılıp bara seğirttiğimde, o akşam tesadüfen orada barmenleyen Serhat’la S.O.S oynarken bu durumu saçma fakat bir o kadar afili tabirlerle özetleyen cümlelerden de kurmuştum hattâ – şimdi elbette cümleten unuttum söylediklerimi. Velhasıl kelam, “sınırlar” düşünedurması aslında orda düşmüş kafama. Sathı icra yoktur, hattı icra vardır iyi deneysellikte düşüncesi orada beliribelirivermiş.

Sonra efendim, bir yılı aşkın bir süredir okumakta olduğum bir kitabın, Rüdiger Safranski’nin Heidegger: Bir Alman Üstat adlı nadide yaşamöyküsümsü metninin bir yerinde (ki nefis Türkçe çevirisinden dolayı Ali Nalbant’a naçizane takdir sunasım vardır) bu “sınır” kavramı bir başka veçhesiyle karşıma çıkar. Aslında hep düşüneyazdığım bir boyutu olsa da, karşıma çıktığı bağlam etkileyicidir. Heidegger’in Mayıs 1933’te Nazi Almanyası’nda Freiburg Üniversitesi’ne rektör olarak atanmasının ardından yaptığı ve Nazi iktidarıyla cilveleştiği meşhur Rektörlük konuşması akabinde, Karl Jaspers’in, bu konuşmadan için için iğrenmesine karşın Heidegger’e duyduğu ‘saygı’ ve süregelen derin dostlukları neticesinde üstada yazdığı mektupta söyledikleri: “Felsefenize olan güvenim… bu konuşmanın çağa uygun olan bazı özellikleri, içindeki bana biraz zorlama gibi gelen şeyler ve gayet boş bir tınıya sahip gibi görünen cümleler yüzünden sarsılmamaktadır. Bütün olarak, birinin hakiki sınırlara ve kökenlere dokunur şekilde konuşabilmesinden ötürü mutluyum” (a.g.e.; s.358).

Mutluluk?