3 Nis 2010

Eklektik Yağmur Lacivertleri

Yağmur.

Bırakılıp açıp kalmış, yok yok, tutulup bir güzel açılmış kocaman salon penceresinden görünen caddenin ıslak ama dingin hareketliliği. Otomobil sesleri bile ıslak, böyle daha masum sanki. Bisikletler desen, zaten öyle.

Bir Cumartesi öğleden sonrası…
Yine yazmaya başlamayı güçleştirecek kadar uzunca bir yazmamışlık faslı.

Yazmur.

...

Geçen seferden bu yana bahar bir uğradı, baktı daha vakit var, tekrar geleceğim deyip yerini bir başka bahara bırakıp gitti. Günler uzadı iyiden iyiye. Mesela iş çıkışı hemen eve gelindiği akşamlar, yemekhazırlayıpyiyipkoltuğaoturduğunda bakıyorsun hâlâ aydınlık. ‘Gün’ü ‘gündüz’e dahleden dilin getirdiği bir şartlanma mıdır, yoksa çocukluk/gençlik yıllarından kalma bitimsiz yaz günleri hissiyatından mı bilinmez; daha çok gün, daha çok zaman yanılsaması hoş. Fakat havanın azıcık güzeliyle bile mahvolmaya hazır benler için, mahvoluş startı illa ki gece verilir. Sokağa adımını attığında içe dolan yumuşacık, tazecik, lacivert bahar/yaz gecesini içine çektiğinde.. (Bonus – yasemin kokusu)

Demem o ki, hâlâ deplasman sayılabilecek koşullarda nispeten az hasta oluyorum ama tamamen uzaklaşmak pek mümkün olmuyor çoğu zaman. Havaydı, beslenmeydi, bundan altı ay önce deney amaçlı yapmaya kalksam muhtemelen bedenimi iflas ettirecek sıklıkta duş almalardı derken, normal bence.

Ne oldu ne bitti diye düşünüyorum da.. Ha evet, düşmeye değer ilk not, birkaç hafta evvel buradaki ilk sportif faaliyetime imza attım. Biraz minörminnacık da olsa spordu: Nicedir Aylin’den duymakta olduğum fakat katılmanın bir türlü kısmet olmadığı pinpon gecelerinden birine iştirak ettim. Overtoom’daki kocaman binalı bir squatta her Salı gecesi düzenlenen bu etkinlik, çeşit çeşit insanın giriş katına yerleştirilmiş üç tenis masası etrafında toplaşıp sırayla ve döne döne pinponlamalarına dayalı. Beklediğimden daha kalabalık ve sosyalleşmeci olmasına karşın, toplaşma amacının her daim hakkının verildiği bir atmosfer vardı. Muhtelif insan karakterleri, tiplemeleri vardı, e bira da ucuzdu. Sevdim. İkinci gidiş ne zaman olacak bakalım.

Sonracığıma, iki hafta evvel Aylin’lerin bölümünün (ASCA) düzenlediği bir haftalık bir konferans etkinliği kapsamında bir akşam kısa film gösterimine iştirak ettim. Daha önce izlediğim Aylin-Emrah filmi Tabu’yu iki yıl aradan sonra bir kez daha izlemek çok keyifliydi. İnternet’te var mı bilmiyorum ama herkes izlesin. Bilmeyenler için özetleyeyim, kameramız özel olarak hazırlanmış tabu kartlarıyla sokaklarda dolaşıp insanlara Tabu oynatır. Kartları özel yapan ise gerçekten de memleketimizin güzide tabu meselelerine odaklanmasıdır (din, ordu, cinsellik, azınlık meseleleri vb).

Yalnız o akşam ortamın sosyal karakterinden hiç hoşlanmadım. Belki de o gün asosyal tarafımdan kalkmıştım. Gösterimin başlamasına kadar geçen yaklaşık bir saatlik süreyi, sosyalleşmek yerine, herkes orada burada (kademik yahut akademik) muhabbetlere tutuşmuşken, ben masada tek başıma oturup duvara bakarak ve arkamdan sosyallenerek geçirdim.

Hoop, bir hafta daha zıplıyoruz. Geçen hafta bu saatlerde yine sakin sakin kahvaltımı yaparken birden telefonum çaldı. Aylin’di arayan ama ses onun değildi, bir anlık şaşalamanın ardından olay aydınlandı: Beril gelmişti. Aa, ne hoş sürpriz. Öğleden sonra dışarıda birlikte bir kahve içildi. Akşamına da yine aynı sosyallenme squatında bir ‘queer’ parti söz konusuydu. Hadi bakalımdı, gidildi. Hatta gerek Aylin gerek Beril günlük hayatlarında virajları hep dışarıdan dışarıdan alan insanlar oldukları için, onların geldiği 11 küsurlarda ben çoktan mekana varmış, içkimi almış, hatta inanmayacaksınız ama, daha önce tanışmış olduğum bir iki insanla (Bob ve Jana gibi) hoş beş etmeye bile başlamıştım. Gece ilerledikçe kalabalık ve queerlık derecesi arttı, pek de matah olmayan sahne performansları ve beş para etmez müziklerle birlikte insanlar coştu, ortamdaki oksijen giderek azaldı.. Bu sebepten gecenin çoğunu parti sathından çok binanın girişinde, mümkünse beraberimdeki insanlardan en az biriyle birlikte dikilerek ve sigara içerek geçirdim. Aylin zaman zaman boş bakıyordu.

Müteakip pazar günü keyifli bir telaş alayıydı. Cumartesi gecesinin bitimiyle günün ilk ışıkları arasında ramak mesafesi kalmış olmasından mütevellit, uyandığımda saat öğleni çoktan geçmiş, kahvaltı merasimini tamamladığımda Fener-Gassaray maçı öncesi duş alacak vaktim ancak kalmıştı. Derken maç oldu, sonuç malum. İçimde fiks menü huzuru, yüzümde bir tebessümle koşarak oyun başına koştum. Bu kez A, B ve ben olarak katıldık, güzel bitti. Mutlu mesut gittik yattık. Ancaaak, bu kadar telaşla pazarmanın bir bedeli olacaktı elbette. Pazartesi sabahı, yatış saatime göre oldukça erken kalkıp makul bir saatte, hatta dokuzdan evvel ofiste olacak şekilde evden çıktım. Ne var ki tramvayın tabelasında gördüğüm saat kazın ayağının öyle olmadığını, tabii ki de Pazar boyunca telefonumun saatini ileri almayı unutmuş olduğumu işaret ediyordu. Velhasıl, saat ona doğru ofise vardığımda, sağ elimle insanlara günaydın selamı verirken sol elimle yüzümü kapatıyordum. Durumu anlatıp bir hafta boyunca bununla ilgili dalga geçme hakları olduğunu söyledim ve masama yöneldim. Bir süre gülüp geçtiler neyse ki, fakat Meike’nin empatisi takdire şayandı. Darrell yalancıktan geç kalınmasından rahatsız olmuş âmir bakışları fırlatırken suratıma, Meike gülerek şöyle dedi: “Yapma Darrell, Eray kendi küçük dünyasında 15 dk erken geldi.” “Tabii ya,” dedim. “Erken geldim ben.”

Son bir haftadan iki ilginç anekdot:
1. Bir sigara arasında sevimli-huysuz-gay Darrell, bize yolda kendisinden yardım isteyen turistlere yaptığı muamelerden bahsetti. Fotoğraf çektirmek isteyen grupların boyunlarından aşağısını çektiğini, “Saatiniz var mı acaba” diye soranlara “Evet, var” deyip yürümeye devam ettiğini anlattı. Ama en komiği, burada en çok ziyaret edilen müzelerden biri olan Anna Frank’ın Evi’ni arayanlara verdiği cevaptı:
– Affedersiniz, Anne Frank’ın Evi’nin nerede olduğunu biliyor musunuz?
– Biliyorum, ama şu an kendisi evde yok.

2. Şirketin her ay sonu gerçekleştirilen beleş içki gecelerinin sonuncusunda, ofisin ağır abileri/ablaları aynı saatlerdeki daha kerli ferlilerin katıldığı içmeceye gidince, ‘halk içmecesi’ne dört kişi katıldık -- Kadim Borrel ve parti arkadaşım ‘ginger’ Mike, benden sonra çalışmaya başlayan ‘Frenchie’ Severine, çiçeği burnunda, 14-yaş görünümlü Portekizli çalışma arkadaşımız Sofia ve ben. Neyse lafı uzatmayayım, bir ara muhabbet kendi dillerimizdeki küfürlerden açıldı, ben de birkaçını söyledim. Sofia ‘ororspu çocuğu’nu çok beğendi. Sonra geçen gün o kelimeyi unuttuğunu söyleyince küçük boy post-it’e yazıp verdim. Bunu yaparken çok acayip hissettim, post-it’e ‘orospu çocuğu’ yazıp birine vermek garipti. “Sofia, al bakalım” “Aa, çok teşekkürler.” Sonra dün bir de baktım, bu safiye insan cep telefonunun arkasına yapıştırmış, öyle gezdiriyor bizim ‘orospu çocuğu’nu. “En azından unutmayacağım artık,” deyince. “Hayatta hatırlamaya değer başka şeyler var” demekten kendimi alamadım. Güldüm.

Madem hatırlamak dedim, Beril’in buradaki son gecesi olan Pazartesi akşamı yine bir Gollem buluşmasında (Flickr’de birkaç foto var) kendisine konuyla ilgili sarf ettiğim ve şimdi aklıma gelmişken unutmadan yazmak istediğim genişletilmiş Nietzsche cümlesi ile kapatayım:

“İnsan hayatta ancak unutarak mutlu olabilir, bunu asla unutma”


Ha bir de, dün Paskalya’yadı, Jacob, bana kalırsa şirkette esen aptalca Paskalya kutlama havasına, gülücüklü maillere, gevşekliğe ve birtakım yönetici kadroların tatil yapmasına sinirlenerek, “Millet, bugün Cuma, hava da güzel [yalan], isteyen saat 2-3 gibi gitsin,” dedi. İtaatsizlik etmedik tabii. Ayrıca ofisten çıkarayak öğrendim ki Pazartesi de tatilmiş, oh! (Yalnız tamamı nisan-mayıs içinde topu topu 4-5 gün tatil var burada, başka da yok yılbaşına kadar, onun için bayramlarımızın kıymetini bilelim).

Günüm ve hafta sonum nasıl devam edecek hiiç bilmiyorum, Filmmuseum’da Clouzot filmleri var bu ay, başka güzel şeyler de.. Belki öyle bir şey yaparım, güzel bir yağmurlu gün eğlencesi olarak. Bir sonraki yazıda bahsedeyim filmlerden. Unutturmayın.

Bu sefer gerçekten son olarak..
Hepinizi, bu satırları tuşa aldığım salonda seviyor, gözlerinizden öpüyorum.
- Kaan Sezyum’a başsağlığı dileklerimle -

2 yorum: