7 Mar 2010

(Bulamadım)

Bu kez iki yazı arasında Ay’ın etrafımızda bir turu tamamlamasına izin vermemek kararlılığındayım. Aslında daha erken de yazardım da, bakmayın işte. Önce Pelin, sonra pelinsizlik; azıcık normalleşmeci kanıksamacılık ve bir miktar da okuyucu yorumsuzluğu, araya giren zamanı el birliğiyle çekiştirip orasından burasından, bayağı sündürdüler yine. Ama olsun, pişman değilim.

Buraya düşürdüğüm seyir defteri sayfası sonrasında her şey müteakip Perşembe akşamı ofistaşlarım ile tertiplediğimiz yeme-içme faslına Pelin’in de dâhil olması ile başladı. Yaklaşık 5-6 kişi vardı bizim ofisten, hatta bunların yaklaşık 1,5’u akşam Pelin’in de geldiğini duyup sırf meraktan uğramıştı (bu fiilde tekil ya da çoğul kullanmak konusunda hayli kararsız kaldım. Fakat söz konusu yan cümleyi yazarken zihnimde ağırlıklı olarak Darrell’ın adının ve suretinin bulunmasına istinaden tekilde karar kıldım). Neyse efendim, içkiydi, yemekti, sohbetti derken bizim patron Jacob (B.Acar + W.Allen) bir süre Pelin’le koyu bir sohbete koyuldu. Anlaşılan onu da sevmişti (‘-da’yı gerektiren nesne benim). Bizim kalkmamıza yakın Pelin’in son üç günü olduğunu öğrenince bir babacanlık yapıp bana Cuma günü için kafa izni verdi. Mutlu ve hatta mahcup oldum. Fakat güzel oldu. İşte o Cuma günü kendimize hedef olarak Artis Hayvanat Bahçesi’ni seçtik. Son eklenen fotolarda gördüğünüz hayvancağızlar kendi bahçelerinde resimlendiler yani. Sonracığıma çıkışta Nagel’de birkaç bira içip Aylin’lerin yanına Gollem’e gidişi, Gollem’in 1 ey.em. gibi kapanmasıyla birlikte başka bir bara geçiş izledi. Elbette bu noktaya varana dek kaç tane içtiğimizi sayamadığımız biralar, günün yorgunluğu ile birleşerek bizi sallantılı bir nöro-fizyolojik yorfunluğa bürümüştü. Bu da yetmezmiş gibi son gittiğimiz yerde Aylin’in Adam adlı arkadaşının körkütük bir şekilde bizim kontak oyunumuza ‘sözüm ona’ dâhil oluşunun getirdiği ekstra çaba (çünkü sırf onun yüzünden oyunu İngilizce oynamak zorunda kalıyorduk), sallantının ‘nöro’ kısmında bir odaklanmaya yol açtı. Öyle ya da böyle, uzun sürmüş bir günün yine uzun sürmüş bir akşamının sonunda, saat 4 sularında, bu kez bizi eve doğru yine uzun süren bir yürüyüş bekliyordu. Tahmin edilebileceği üzeri nihayetinde dalınan uyku da alabildiğine uzun sürdü.

Hal böyle olunca cumartesiyi kendimize gelmekle geçirmekte bir beis görmedik. Pazar erkenden uyanıp havaalanına yollandık ve saat 8 gibi eve döndüğümde Pelin’in gitmiş olduğu gerçeği tüm çıplaklığıyla yatağımda yatıyordu. Sakince yanına uzandım – gerçekliğin. Uykumu alıp öğlen uyanışımdan itibaren ilk birkaç günü yoğun olmak üzere kendimi bir Pelin-sonrası sendromunun kucağında buldum. (Evet, yalnızlığımı unutmak için gerçeklikle yatıyor, sendromlarla oynaşıyordum).

Gerçekten de Pelin gelmeden evvel yalnızlık ve başka insanlarla neredeyse sıfırdan başlamaklarla karakterize edilen bu şehir ve bu ev bir kez Pelin’i gördükten sonra, onun gitmişliği sonrası Pelinsizlik sıfatıyla nitelenebilir hâle geldiler. Üstüne bir de sonraki ilk hafta sonu evin, (ama daha önemlisi beynimin, kulaklarımın ve burnumun) Steven’in birkaç Avustralyalı ve 3-5 İngiliz arkadaşının misafirliğinde bir “British Invasion”a maruz kalmasıyla iyiden iyiye keyfim kaçtı, hayata küskünlüğüm pekişti.

Geçtiğimiz hafta ise işin iş ayağında minik bir ilk yaşadım. Salı günü Jacob’lan birlikte buradaki ilk iş seyahatimi gerçekleştirdim. Trenle yarım saat mesafedeki Amersfoort kasabasında bulunan bir alt-şirketteki insanlarla yapılan bu toplantıda, trende hazırladığımız 2 slaytlık bir sunumu doğaçlama bir şekilde yaklaşık bir saat boyunca gerçekleştirerek deplasman sunumları alanında da bir ilk yaşamış oldum. Fakat esas önemli olan oradan ayrılıp Amsterdam’a dönmek için istasyona giderken (Jacob acelesi olduğu için benden 1 saat kadar önce ayrılmıştı), orada çalışan ve asansörde tanıştığım bir çocukla istasyon yolu boyunca yaptığımız sohbetti. Bu sohbet önemliydi çünkü son saatlerini yaşadığımız bu hafta sonunda moralman kendime gelmiş olmamla sonuçlanan nekahet sürecinin ilk nüveleri bu konuşmayla birlikte ortaya çıktı zannımca. Çocukla, ne yapıyorsun, necisin diye kısaca soruştuktan sonra sıra nereli olduğumuzu öğrenmeye geldi. Önce ben söyledim, sonra da o. Brezilyalıymış. Sonra hemen n’oldu? Tabii ki futbol konuşmaya başladık. “Belki Alex’i tanıyorsundur” dedi. “Tanımak ne kelime,” dedim. “Biraz taparım kendisine.” Sonra işte Galatasaray’dı, Fener’di lafladık. Israrla “ferenbiah” dediği şeyin, birkaçıncı telaffuzundan sonra Fenerbahçe olduğunu anlayıp gülümsedim. Ama esas komik olan, “doğrusu Fenerbahçe” dediğimde bana verdiği cevaptı. “Biz ona Ferenbiah diyoruz.” İyi bok yiyorsunuz, aferin. Sanki Anadolu’nun bir köyünde kendi şivesini savunuyor bana. Sevimliydi tabii. İstasyona varıp tam trenlere doğru yol alırken, dünya kupasındaki şansımızı sordu. Fakat finallerde olmadığımızı öğrenince hayli şaşırdı. O şaşkınlıkla tanıştığımıza memnun oluşarak ayrıldık.

[Üç gün bir cümleyle geçiştirilir]

Cuma günü büyük gündü. Aslında potansiyel büyük gündü. Çünkü bazılarınızın malumu olduğu üzere uzaktan uzağa hep beraber oyun oynanabilirlik ihtimali tatbiki olarak test edilecekti. Edildi, başarılı oldu, güzel oldu. Mutlu olduk, şen olduk. Buradan dört ülke, altı şehirden ama illa ki kalpten katılım gösteren tüm oyuncu arkadaşlarıma ve sağladığı teknik altyapı ile desteğini esirgemeyen Skype çalışanlarına tekrar tekrar teşekkürlerimi sunuyorum.

Cumartesi oyundan kalma bir şekilde uyandığımızda (cümleyi çoğul yapan; oyundan kalan ve biraz hasta bir Aylin vardı evde) bizi pencerelerden içeri içeri uzanan bir güneş selamladı. “Aa, yaz gibi, İzmir gibi” dedirtti hatta. Sonrasında akşam oldu, Aylin’in gün içinde önerdiği akşamki doğum günü partisine ben de katılmaya karar vermiştim ki plan son anda iptal oldu. Sağlık olsundu. Ben de gidip sığınacağım bütün adaları birer birer batırmak yerine, yeni bir yarım ada bulmak üzere kendimi dışarı attım. Hedefimde, adını şu ana kadar defaten duyduğunuz biracı Gollem’in, evimin yakınında olduğunu çok sonra öğrendiğim, yerini ise tramvayla yanından geçerken bakışlarımla tespit ettiğim şubesi vardı. Gittim, birkaç La Trappe yuvarladım. Beğendim de mekanı, repertuara kattım. Fakat gördüm ki dışarısı ne yazdı, ne bahar. Geldim. Yattım. Kalktım.

Bugün yine günlük güneşlik dışarısı, içeriden bakıldıkta. Ama bu sefer tuzağa düşmek yok. En azından mevsim itibarıyla şunu ayırtsadım ki güneşli günlerde evde kalmanın güzelliği dışarıda yaz olduğunu sanmaya devam edebilmek. Elbette güzel bir yaz gününde evde kalma rahatsızlanmasına kapılmadan. Öyle bir huzursuzluk ufukta belirdiği anda bunun bir yanılsama olduğunu hatırlayarak… Ya da yanılsamadan ibaret olduğunu sandığını bilerek…

Zaten davulun sesi uzaktan…
C’est la vie.

1 yorum:

  1. Keşke ben de dün mevsim itibarıyla güneşli günlerde evde kalmanın güzelliğinin dışarıda yaz olduğunu sanmaya devam edebilmek olduğunu ayırtsayaydım da şimdi şu boğazımın hafif hafif acımaları olmayaydı.
    Eh n'apalım, azar coşar deli gönül cezasını boğazlar çeker...

    YanıtlaSil