16 Oca 2010

Afrika Hariç Değil

Gökyüzü üstümden çekildi. Artık yatağımda otururken tavanı görebiliyorum. Bugün gerçek yatağımın gelmesiyle eşyai düzene dair taşlar iyice yerine oturmuş oldu. Yalnız biraz geç ve güç oldu doğrusu. Saat 1-2 arası geleceklerini dün bildiren yatakçılar, iki kez aramam sonrasında saat 3 gibi teşrif ettiler. Telefondaki adam, “saat 1’de çıktılar, sizden önce sadece bir eve daha uğrayacaklardı” dediğinde pek inandırıcı gelmemişti ama ilgili zatların (2 kişi) gelip işe koyulmasıyla birlikte telefondaki adamın günahını aldığımı anladım. Ranzayı götürmeleri gerektiğini söylediğimde şöyle bir sağına soluna bakıp, evde tornavida olup olmadığını sordular. İstedikleri cevabı alamayınca arabalarına atlayıp gerekli alet-edevatı almak üzere ofislerine yöneldiler. Yarım saat sonra geldiklerinde ellerinde ‘tek bir’ sökkeç vardı. Nitekim birtakım vidayı onunla bir güzel sökmeyi başardılar da. Ne ki karyolanın başka bir birleşim noktasına gelip farklı tür bir vida ile karşılaştıklarında trajikomik çaresizliğin ikinci perdesinin zili çalıyordu. Bu arada ikiliyi kendi haline bırakmanın onlara en büyük yardım olacağına karar vermiş olan ben “bir ihtiyacınız olursa ben içerideyim” diyerek çoktan salona geçmiş, sakin sakin kitap okumaktaydım. Derken daha yaşlı ve daha komik ve daha İngilizce konuşamayan amca salon kapısında görünüp “evde tornavida var mıydı?” diye sordu tekrar. Ben hafif gülümseyerek ve fakat soruyu ilk kez duyuyormuşçasına, maalesef olmadığı yanıtını verdim. Bir kez daha tıpış tıpış gazlayıp tornavida almaya gidiyorlardı. Gitmelerinden önce artık dayanamayıp “isterseniz orasına burasına iyice bakın, sürpriz bir vida türü daha çıkmasın” demek zorunda kaldım. Neyse, yine gittiler, yine geldiler. Artık sadece gülümseşerek selamlaşmaya başlamıştık. Sonunda dekonstrüksiyon tamamlandı rekonstrüksiyon hemencik halloldu ve bir karanlık gökyüzünün yırtılışı destanı başarıyla noktalandı. E hafta içi internetimiz de gelmişti malum. Hal böyle olunca bana da yepyeni yatağıma oturup, ferah feza sizlere yazmak düştü…

İki haftadır pek yalnızmıştım, dün bunu fark ettim. Aylin’in dönmemişliğine Yelda’nın ortalıktan kaybolmuşluğu eklenince yılbaşından bu yana tüm serbest zamanlarımda yalnız takıldığımı fark ettim dün. Eve gelip göz göre göre kendimi bunaltının kollarına bırakmamak için, havanın makul bir soğukluğa yumuşamış olmasını da fırsat bilip yürümeye başladım iş çıkışı. Gitmeyi düşündüğüm bir iki bara gittim. Ama sadece gittim, girmedim. Sonra iyisi mi eve doğru yürüyeyim ağır ağır diye geçiriyordum ki telefon çaldı, kayıp şahıs yeniden zuhur etti. Huysuzluğumun üzerimdeliği ile kendisine olan sitemkar ruh halim birleşince, bir diğer arkadaşı ile birlikte yemekte onlara katılma teklifi pek de sıcak gelmemişti aslında. Ama bir şekilde bu egzotik yemeğe dahil oldum. Egzotikti çünkü gidilen yer bir Etiyopya lokantasıydı. Amma ve lakin öğlen biraz çok yemiş olmama ve keyifsizliğime bağlı iştahsızlığım neticesinde hiçbir şey yemeden, iki kadeh şarapla onlara eşlik etmeyi başardım. Yemek sinide servis edilen sebze ve bakliyat süslü, altı lavaş muadili bir karbonhidrat sathı döşeli, etli kıymalı bir kombinasyondan [W.N. yabancı dil kökenli kombinasyon yerine birleşim kullanabilirsiniz] ibaretti. Tadına bakmamış olsam da, görüntü olarak bildiğimiz iç Anadolu usulüydü sanki. [Böylece yerelleştirici benzetmenizi de pekiştirmiş olabilirsiniz].

Vakitlice eve döndüğümde Afrika Kupası’nda Fildişi Sahili-Gana maçını izleyerek akşamımı bir nevi Afrika gecesine dönüştürmek peşindeydim fakat fikstür hafızam beni yanılttığı için maç izleyemedim. Bunun üzerine haftanın yorgunluğu paçalarından akan bünyeme kulak verip kendimi uykuya bırakmaya karar verdim. Fakat gördüm ki her şey bitmemişti. Menüde, gerçekliğine pek itibar etmesem de, öz hakiki kuzey Afrika üzümlerinden olduğu ima edilen şarap gerçekten de kanımda bir başka dolaşmaya başlamış ve uykumda nicedir olmayan bir etkiye yol açmıştı: Rüya görüyordum. Dolayısıyla uzatmalı Afrika gecesi devam ediyordu. Yo hayır, rüyanın tematik olarak Afrika’yla alakası yoktu, o kadar da değil. Ama gündemdeki zirve yürüyüşünü emin adımlarla sürdüren evlilik mevzuu; farkına varılmayan yalnızlık hali, karanlığa saçılan sözlerce iletişimli durumlarla (karanlık siz oluyorsunuz burada) birleşince, bir keşmekeş halinde rüyamın altyapısını oluşturdu. Şimdi bu absürd rüyayı özetlemek, daha doğrusu hatırladığım kırıntılarını avuçlayıp önünüze koymak isterim: Efendim rüya bu ya, ben aslında Tülin’le evleniyormuşum. Ama rüyada Tülin’i görmüyoruz, sonra son gün artık neden bilinmez, işlerin gidişatı bir anda değişiyor ve şartlar beni Nevzer’le evlenme noktasına getiriyor (sanırım dün Zeliha’yla haberleşmem Ankara Patent imgelememi biraz fazlaca canlandırmış :). İşte ne olacak ne bitecek derken, hatırlamadığım bir üçüncü kişiyle çok sıkıntılı bir şekilde bir konuşma yapıyor ve Nevzer’in kesinleştiğini söylüyorum. Ama çok gerginim, çok huzursuzum. Artık Pelin’e karşı suçluluk mu duyuyorum, yoksa olaylar tamamen benim isteğim dışında mı gelişiyor da o yüzden mi kıvranmaktayım, bilemiyorum. Nevzer’den, küçük bir kağıda yazılmış bir not alıyorum: “J.P. Heijestraat’ta bekle, seni oradan alacağım.” (Dünkü lokantanın durağı). Sonra efendim (zaman mefhumundan bağımsız olarak) benim bir oğlum varmış. Adı ‘Manyetik.’ Pek de tatlı bir çocuk. Bir sonraki sekansta Manyetik ve ben, ODTÜ Beşeri’nin arkasındaki minik çocuk parkında eğleşiyoruz. Sonra adeta kanal değişmiş gibi bir tür klip/cingıl araya giriyor: Siyah-beyaz bir görüntü. Eskice bir sahnede yalnızca erkeklerden kurulu bir grup, hareketli olmayan bir kan-kan dansı yapıyor. Ardından kameranın ortadaki bir İngiliz dansçıya yaklaşmasıyla, İngiliz muzip bir ifadeyle hüzünlü bir şarkı mırıldanıyor. Uyanıyorum (Gerçekten uyanıyorum). Etrafıma ve saate bakıp henüz sabah olmadığını görmemle, huzursuz ama heyecanlı bir şekilde uykuya dönmem bir oluyor. Sonra düğün günü olmuş. Ama bir eksik varmış, o eksiği tamamlamak için Burcu’ların Amsterdam yakınlarındaki müstakil evlerine gidiyorum aceleyle. Eksikle bir alakası var mı bilmiyorum ama evin bahçesindeki çiçeklerden birinin yerine (veya yanına) büyükçe bir taşın yerleştirilmesi gerekiyor. Gerginlik ve huzursuzluk had safhada. Çiçeği dikkatlice topraktan söküp, büyükçe bir çukur kazmaya başlıyorum. Fakat sonra kendimi mutfakta buluyorum, bu arada etrafa bakınıp yok şurası küçük, burası dağınık gibi yorumlar yapıyorum, sıkıntımı savuşturmak ister gibi tedirgin bir rahatlıkla. Bir ara dolabı açıp, bir parça çilek reçeli ağzıma çaldıktan sonra bahçe işimi hatırlayıp gerisin geri bahçeye çıkıyorum. Bir bakıyorum, taş işini biri benim için yapmış. Aslında birisi değil de bir hayvan veya bir yaratık. Çünkü onu işini bitirmiş bir halde bahçede görüyorum (ama hatırlamıyorum ne idüğünü). Bir şekilde iş hallolduğuna göre gitmek gerekiyor artık. İçeri girip “hadi gidelim” diyesileniyorum. Ama o da ne, Burcu’nun babası Jacob (“gerçek(?)” hayattaki ‘patronum’) ayaklarını uzatmış, yerinden kımıldamıyor. Bir süre ne yapacağımı bilemez halde şaşkın kalsam da hemen akabinde yalnız da olsa gitmem gerektiğine karar veriyor ve evi terk ediyorum. Bu noktada İngiliz kantöz siyah beyaz olarak rüya ekranında tekrar beliriyor ve muzip hüzünlü şarkısını bir kez daha mırıldanmasıyla rüya ve uyku sona eriyor. Rüya boyunca “bu ayrıntıyı uyanınca kesin hatırlamayacağım” rahatsızlığını yaşadığım bir sürü şeyi gerçekten de hatırlamıyorum uyanınca. Ama arta kalanları uç uca ekleyip anlatınca böyle karanlık grotesk bir şey çıkıyor işte ortaya… Bilginize.

Yarın bir değişiklik yapıp Haydarbar’a (adını öğrendim, Engelbewaarder) gitmemeyi düşünüyorum. Nadas. Fakat ne yaparım bilmiyorum.

Bu arada içinde şarap geçen bir size yazma projem var, umarım çok geç olmadan gerçekleştirebilirim. Bir de birikmiş görsel kayıtları yine bu adrese bugün yarın ekleyeceğimdir. Bayinizden ısrarla isteyiniz lütfen.


Böylece bir programımızın daha sonuna geliyoruz. Yayında ve yapımda emeği geçen tüm arkadaşlarım adına hepinize güzel günler diliyor, bir dahaki programımızda görüşünceye dek hoşçakalın diyorum.

Pek sevgiler,
Eray

7 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. okur yorumu

    "sökkeç" şunların yanında epey zayıf kalmış: minik gündelikler, kamuyane, iyice temiz hava ve bolca huzur, bizim geçişkenliğimizi zorlaştıran faktörler, iyi geçmiş bayramlar, bürokratik muhalefet, sevimli bahane, aydınlık Pazar, Kara Pazar, hak edilmiş Cumartesi, ev tipi Cuma ve Cumartesi, iri-geveze, turistik kalabalık, partili gece, merkez curcunası ve favorim; köşeli parantez.

    YanıtlaSil
  3. benim de iletken ve yalıtkan diye ikizlerim varmıştı bi keresinde. manyetik'le arkadaş olsalar mı ki?
    biz de belki bu sayede rüyalarda buluşuruz, bi şarkıyla kavuşuruz...
    hangi şarkıyla kavuşsak acaba?

    YanıtlaSil
  4. Emerson Foo & Wong Yann'ın güzide bir eserini buldum. Bu olur mu acaba?
    http://www.youtube.com/watch?v=bjOGNVH3D4Y

    YanıtlaSil
  5. rüya alemindeki buluşmaya readymade soundtrack olmuş bu valla.
    kesin yapıştı zaten beynime. ben ultra-violet light olucam. onu tam söyleyemiyor, hece ayarı denk gelmemiş. yarım kalasım var benim de.
    lastik top da aldım yanıma, oynarız çocuklarla. hadi yatıyom ben.

    YanıtlaSil
  6. benim merak ettiğim nokta; manyetik'i ben mi dogurmusum?

    YanıtlaSil
  7. valla nevzercim buna dair bir ipucu yoktu sabah hatırladıklarım arasında. üstelik senin çocuklarından birine de benzemiyordu ama bir daha görürsem öğrenmeye çalışırım..

    bir de, söylemeden edemeyeceğim, bunu sormak şimdi mi aklına geldi :)

    bu arada; son günlerde birtakım özel sorunlar nedeniyle yazamadım. kusura bakmayınız. kısaca da olsa bir şeyler çiziktirmeyi düşünüyorum yarın.

    YanıtlaSil