22 Kas 2009

"Sörf Tabii ki Yerim"

Sevgili dostlar,

Ev arayışları bir yol ayrımına doğru yaklaşarak ilerlemekte ama ondan evvel aktüel gelişmeler: Mevcut arayış güzergahındaki son vakanın altyapı safhasına bir önceki yazımızda birlikte tanık olmuş, devamını merakla beklemeye başlamıştık. Ne mi oldu?

Kaizersgracht’taki (bir öncekinde yanlış yazmışım, hatta yine yanlış yazıyor olabilirim, zaman…) ev yer olarak gayet, fiyat olarak da (yerine göre) pek iyiydi aslında. Fakat üçüncü kattaki bir çatı katı olan bu stüdyo daire, merdivenlerinin dikliği ve darlığının ötesinde, daraltıcılık potansiyelinin yüksekliği itibarıyla da fazla oyalanmadan döndüğüm bir ev görmesi oldu. Tabii bunda kata çıkarken oluşan tedirgin edici durumun da etkisi olmadı değil, şöyle ki: motosikletiyle ve fakat geç gelen siyah montlu emlakçı önde ben arkada merdivenleri tırmanmaya başlıyorduk ki evin girişinde Ukraynalı görünümlü (bkz. Shevchenko) bir delikanlı yanımızda bitip kuru bir merhabanın ardından tırmanışta benim ardıma düştü. E haliyle ben de hain bir pusuya düştüğüm paranoyasına kapılmaktan alamadım kendimi, böyle bir durumda mesela BG olmak gerekmiyordu işkillenmek için. Neyse, Şevçenko meğer mevcut kiracıymış, gayet medeni bir şekilde –yine de hızlıca- göz attıktan sonra, “tamam, ben biraz düşüneyim, duruma göre ararım; zaten bu daha gördüğüm ilk ev” deyiverip olay mahallinden uzaklaştım.

Gelelim söz konusu yol ayrımına. Gidişat göstermekte ki, tek başına ev arandığı sürece, buradaki ev şartlarını gördükten sonra ister istemez bir miktar yukarı çektiğim makul kira eşiği ve makbul ev kesişimi pek kısıtlı bir ihtimalin ötesine geçemiyor. Haliyle dört başı mamur bir kiracı olabilmek için her türlü koalisyona açık olmakta fayda olduğu aşikar, işte tam da bu noktada bazı ittifak ihtimalleri ufukta beliriyor. Şu an için biri Aylin’in çöpçatanlığında buluşmayı beklediğimiz bir Türk arkadaş, bir tanesi dün gece konuyu karşılıklı dillendirdiğimiz Everton’lu ev arkadaşım Steven, ve hatta biri de belki Yelda... Bu konuda yakın zamanda gelişmeler bekleyebiliriz…

Steven demişken, bu hafta sonu yine bir misafirimiz var İngiltere’den (valla çıkıp çıkıp geliyor bu İngilizler, biliyorum bizim geçişkenliğimizi zorlaştıran faktörler var ama örnek olsun işte). Kendisi Steven’ın çocukluk arkadaşı, adı… bilmiyorum. Yani tanıştık ve dün gece üçümüz dışarı bile çıktık ama anlamadım adını, zaten söylediği şeylerin de en fazla yarısını anlıyorum. Mesela nereden geldiğini sorduğumda aldığım “Bırr’m” cevabının Birmingham olduğunu anlamam sadece bir tahmin başarısıydı. Anlaşmaya dair istisnai bir konumuz vardı tabii, hakkını yemeyeyim, futbol. Önce evde tipik bir İngiliz girişi ile birkaç bira, birer pizza, 3-5’er bira daha tüketilip, muhtelif şarkılar dinlenip, tüketilen alkol miktarı nispetinde artan bağırtılarla şarkılar söylendikten ve futbola ilişkin türlü muhabbetler yapıldıktan sonra dışarı attık kendimizi. Aslında onlar kendilerini attılar dışarı, ben de başta hiç niyetim yokken onlarla çıkmış buldum kendimi. Bir saatlik yürüyüş, yol üstü birkaç mekan, birkaç bira daha derken hiç beklenmedik bir zamanda ilk Coffeeshop deneyimine dâhil olmuş buldum kendimi. Sonu ise, özet geçmek gerekirse, biraz flu ve mecburen taksiyle eve dönmeli bir gece oldu, bitti…

Gelelim bugüne… Başlıca iki gündem maddesinden söz etmek mümkün: İlk organize park gezisi ve ilk Fenerbahçe maçı izleme deneyimi.

Vondelpark buranın galiba en meşhur ve en büyük parkı. Yelda ile buluşmamızın ardından aktarmalı bir yolculuk yaparak parka vardığımızda saatlerimiz yaklaşık dördü, havamız ise kararmasına neredeyse bir saat kaldığını gösteriyordu. Bulutların parçalı olmasını fırsat bilerek aradan süzülmeye çalışan güneşin ılıttığı bir sonbahar günü için iyi bir tercih yapmıştık belli ki.

Parkın hemen girişinde şöyle bir had bildirme tabelasıyla karşılaşarak başladık yürüyüşümüze:


Görünüşe bakılırsa, adabıyla yaptığınız sürece yiyin, için, sıçın ama gelip burada konaklamayın, şeklinde genel bir mesaj okumak mümkündü. İlginç olan detaylardan biri (mesela bikiniyle) güneşlenmenin serbest olduğu, öte yandan çıplak güneşlenmenin yasak olduğu ibaresiydi. Benim en çok içerlediğim ayrım ise park içinde akustik enstürman çalınmasının serbest olması, buna mukabil her nevi perküsyon aletinin bu serbestinin dışında bırakılması oldu.

Sonrasında yürüdük, yürüdük… (Parktan örnek enstantaneler, fikir vermesi ve sayfayı renklendirmesi maksadıyla -oradan buradan araklanarak- aşağıda ilginize sunulmuştur. İlgili üretim ve aktarım araçlarını edinmek suretiyle el emeği göz nuru fotoğraflarımı da sizlerle paylaşacağım günler gelecektir elbet.)







İyice temiz hava ve bolca huzur teneffüs ettikten sonra, park çıkışındaki Filmmuseum’a kısa bir hoş geldik ziyaretinin ardından muhitimize döndük (Muhitimiz diyorum zira benim mevcut geçici evim ile Yelda’nın mevcut geçici evinin 25 dakikalık bir yürüme mesafesiyle birbirinden ayrıldığını bugün bilfiil öğrenmiş olduk.) Hızlı bir yemeğin ardından sıra neye gelmişti? Maça. Park öncesi yola çıkmadan Yelda’nın yaptığı istihbarat sonucu varlığı, yerini ve maç yayınladığını öğrendiğimiz bir Türk kahvesi, ilk maç yayını takibime ev sahipliği yaptı. Aslında kahveden ziyade ve tam adıyla ‘Efes Café-Bar’dı mekanın adı ve bizim kahvelerimizdeki çay fiyatına bira servisinin de olması gerçekten çok etkileyiciydi. Maç kısmını es geçiyorum, fakat semptomatik bir ifade olması açısından ilgilimi çeken bir gurbetçi cümlesi paylaşayım: ilk yarının sonlarında üst üste birkaç kurtarış yapan Rüştü’ye takdirini iletmek isteyen bir ağabeymizin, “ulan İbne Rüştü, amma kurtardın ha!” kabilinden mırıldanmalarına karşı yine şaka yollu gelen yanıt pek hoştu: “Hey, Rüştü’ye ibne diyemezsin… ama gey dersen olabilir.”

Hazır Vondelpark ve futboldan bahsetmişken, birkaç gün evvel öğrendiğim bir de güzellikten söz edeyim son olarak. Efendim Amsterdamlı yabancılar internette bir cemaat oluşturmuşlar ve aralarında örgütlenip çeşitli faaliyetler içerisine giriyorlarmış. Bunlardan biri de her Pazar Vondelpark çimlerinde yapılan futbol etkinliğiymiş: http://www.meetup.com/amsterdam-expat/calendar/11894792/?a=fd_new_rsvp_multi_tl . Katılmak ne zaman nasip olur ve önümüzdeki günlerde hava buna ne kadar izin verir bilmesem de önümde ciddi bir hareket alanı açılmış hissine kapıldım bunu öğrenince. En iyisi ben bir ayakkabı ayarlayıp haftaya gireyim bu çim topuna: durmak yok, topa devam.

Şimdilik bu kadar diyor, bana oy veren vermeyen tüm vatandaşlarımı gözlerinden öpüyorum.



Sinemamızda muhtemel gelecek program:

*Tropenmuseum: Bir Etnoğrafya Müzesinden Notlar
*Ev için koalisyon arayışları
*Günübirlik Rotterdam seyahati: Türk Konsolosluğu ziyareti

16 Kas 2009

Ev-et

Evet, anlar var.


Bir de anlaşılmak inancı – umudu.


Bilen bilir, bilmeyen de tahmin eder; yazmak her daim hesaplaşmalı bir şeyler içermiştir benim için. Ama böyle bir mecradan yazmak çok yeni, bilinmedik ve ne yalan söylemeli, heyecan verici.


Son kamuyane (publicly için şimdi uydurmak zorunda kaldım bunu) yazışların, ‘birileri için’ yazma deneyimlerimizin, fiilen bir araya gelişimizle sonlanmış olması gerçeği aklımdadır hâlâ mesela (bkz. Ahmet Haşim Caddesi, No:52). Dolayısıyla madem gerçekten uzaktayım şimdi, demek ki yazmanın tam zamanı…

“İyi de bu blogun içeriği ne olacak,” diye soranlar oldu bana, aklından geçirip sormayanlar da olmuştur belki; cevap: bilmiyorum. Anları zamana uzatmadan yazabilenler gibi yapabilmek isterim aslında. Minik gündelikleri patır patır döküp geçmek. Becerebilir miyim? Gerçekten bilmiyorum.

Bakıyorum da neredeyse 20 gün olmuş geleli. Özet geçeyim ki bugün derse ilk defa katılanların notları eksik kalmasın. İlk 15 günüm, bir daha öylesi bir yerde kalabileceğime dair ciddi kuşkular uyandıran bir otel dairesinde geçti. Şehrin gösgöbeğinde ve güpgüzel kanal manzaralarıyla bezeli bir yerdi. Fotoğraf makinem olmamasında ne kadar hayıflansam azdı, bayağı bir hayıflandım ama yetmedi işte – ki halen mahrumum bir makineden ve hayıflanmaktayım. Söz konusu mekan, gelişimden sonraki ilk Pazartesi başladığım işime yürüme mesafesindeydi. Gittim geldim, gittim geldim (merak edenler olursa iş ve iş arkadaşları en azından ‘bir’ başka yazı konusu). Derken geçtiğimiz Çarşamba ‘şirket evi’ dedikleri bir eve taşındım, bildiğiniz ev. Böylece en geç aralık sonuna kadar bir adet İngiliz ev arkadaşım ve işe yaklaşık 5 km’lik bir yolum oldu. Tabii bu mesafe tabanvaydan tramvaya terfi (yoksa tenzil mi demeli) etmemi de beraberinde getirdi. İnsan namına turistten bol bir şey görmediğim muhitlerden uzaklaşıp ‘nezih’ bir semte uzanmak suretiyle şehre karışır oldum haliyle. İskan ve yerleşim bazında geldiğim nokta özetle budur.

Az evvel telefonum çaldı, adamın biri “bana mesaj göndermişsiniz,” dedi, “ev için.”

“Bir yer buldunuz mu, yoksa hâlâ arıyor musunuz?” “Arıyorum,” dedim, “yalnız hangi ev, çıkaramadım da...”


(Tabii her akşam internette bakıp dolanıp üçer beşer kişiye şu sabit mesajı gönderince insan bilemiyor hangisi olduğunu: ‘merhaba, ben TomTom’da çalışmak üzere Amsterdam’a yeni gelen bir yabancıyım. En az 12 ay için bir ev bakıyorum. Rica etsem evinizin tam adresini / fotoğraflarını gönderebilir misiniz? // Müsait bir zamanda görmeye gelebilir miyim?’ Tabii şimdiye kadar kaç evi gidip gördün derseniz: sıfır. Bu akşam bir ilk olacaktı aslında, iş çıkışı bir adresin kapısına kadar gittim ama olmadı, bulamadım (muhtemelen) hayvan ev sahibini, gerisin geri evime (?) yollandım)


Kaizerstraat, 200 numaraymış. “Tamam, yarın akşam 6 gibi gelirim.”


Bu durumda ne yapmak gerekiyor? Hemen e-mailleri… (biliyorum çok bölündü ama n’apayım, telefon çaldı yine. Şimdi de kayıp ev sahibi aradı; evet, hayvanmış… unutmuşmuş!!) Ne diyordum, hah, şimdi hemen e-mailleri karıştırıp bu ev neyin nesiymiş bakıp ona göre yarın gitmeye değip değmeyeceğine karar vermek gerekiyor.


İlk postumuz da ancak bu kadar kötü bağlanabilirdiymiiş…



Evsizliğime verin, evinizin kıymeti bilin…

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...